O duvar, o duvarınız, vız gelir bize vız!
Güney filmi anlatırken "Bir hapishanedeydik ve şef gardiyan bendim” der. Duvarın arkasına koyduğu kamerayı kullanırken kendini de gardiyanla özdeşleştirmesi ilginç olmaktan çok, manidardır çünkü duvarlar sadece ötekileri tecrit etmekle kalmaz, onu koruyanları, gardiyanları da oraya mahkûm eder.
Murat TIRPAN
Türkiye olası mülteci akınına karşı İran sınırında dev bir duvar örüyor. 11 Eylül'ün ardından başlayan yeni setler, yeni duvarlar inşa etme eğilimimizin geldiğimiz noktadaki somut bir göstergesi bu. Öte yandan ironik bir şekilde bir ara sınırlarına mültecileri yığdığımız Yunanistan da ülkemizle olan sınırına kırk kilometrelik bir duvar inşa etti. Trump'un çabasıyla Meksika sınırında uzanan devasa duvar herkesin malumu. Giderek duvarların arttığı bir dünyada yaşamaya başladık, verilere göre 2000 yılında sayı on altı iken şu anda dünyada doksan sınır duvarı mevcut. Peki bu duvarlar ne işe yarıyor? Bunun cevabı çok zor değil, tüm duvarlar aşılır bu yüzden engelleme, ayırma misyonundan çok birbirine çok benzer zihniyetleri ifşa ediyorlar daha çok.
Duvar'ın sırrı üzerine yazılmış çok metin, bu beton yığınlarından bahseden çok sayıda film var. Duvar sanat için işlevsel bir metafor. Bizi ayıran devasa bir kütle duvar evet, ama sınırın geçilmezliğini sağlamaktansa sınırların önemsizleşmeye başladığı bir dünyada sınırın varlığının altının çizilmesi daha çok. Birşeyin aşırı vurgulanması genelde o şeyin yokluğuna dalalettir ya, duvar mevzuunda da böyle. Tam da hiç olmadığı, pek de olamayacağı için var olduğunun altını çizerek göstermeye çalışmıyor muyuz? Öte yandan duvarın öteki yanı "tehlikeli ötekilerin" değil onlarla ilgili olan korkularımızın alanı. Ve kuşkusuz bu korkular her zaman aşacaklardır duvarları, ne kadar büyük ne kadar teknolojik olurlarsa olsunlar.
Bu sembolizmin doruğa çıkması, duvarın işlevsizliği ve korkuların kaçınılmazlığı, içinde gösterişli bir duvar sahnesi barındıran bir Marc Foster filmi olan World War Z'de iyice ortaya çıkar. Zombilerin istila ettiği bir dünyada kendini duvarlar örerek korumaya çalışan insanlık hakkında alegorik ve muhafazakar bir fantazi olan bu filmin o meşhur sahnesinde Kudüs'te İsrail'in ördüğü devasa duvar (elbette konjonktürel gönderme açıktır.) elbette işe yaramaz, zombiler birbirileri üzerine çıkarak duvarı kolayca aşarak şehri istila ederler. Burada zombiler Slavoj Zizek'in "temel kitle fantezisi/ölülerin dönüşü" olarak adlandırdığı şeyin göstergeleridir, kitlelerin büyüsünü görürüz, zombiler tamamen günlük korkularımızı cisimleştirir. Zombiler, ölüm ve travma, hastalıklar ve virüsler, yabancılar ve teröristler vb. olarak içimizde derinlerde gizlenen olumsuz ve mide bulandırıcı her şey için metaforlar olmuştur. Filmde tüm bu metaforlar koskoca duvar tarafından gizlenemez, engellenemezler, bastırılan her daim geri döner. Zombi salgını tipik bir alegorik okumayla kitlesel bir mülteci istilası anlamına gelir. World War Z onları hızlı yaratıklar haline getirerek bu korkunun ne kadar etkili olabileceğini de gösterir.
Öte yandan söz konusu korkularımız, bastırdığımız şeyler duvarı onu üretenlerden daha iyi tanır. Çin Seddi'nin yapımında duvarın her bölümünün farklı işçilere yaptırıldığını ve tamamının konumunu onu üretenlerin asla bilmediğini hatırlayalım. Seddi gerçekten tanıyan sürekli onunla karşılaşan göçebelerdir aslında. John Berger'in yazdığı gibi "Çoklukların henüz ortaya konmamış sorulara cevapları da duvarlardan daha uzun yaşama kapasiteleri vardır." (Berger, Afterword, Soul and the Other Stories içinde, 2007, s.317)
DUVARIN ARKASINDA
Duvardan korkmayanlar, korkularımızla yüzleşmemiz ve onları kabul etmemiz gerektiğini bilenler ya Edward Said gibi öte yana bir taş fırlatır, ya Yılmaz Güney gibi duvarın arkasında kamerasını dolaştırır ya da binlerce insan gibi duvarı bir kanvas olarak kullanıp üzerine birşeyler çizer.
Yılmaz Güney'in Duvar'ı 1976 yılında Ankara Cezaevi’nde çocuk koşuğunun ‘pencerelere cam, soba, odun, doktor, ilaç, yatak, günde iki ekmek ile gardiyanların kötü davranışlarının son bulması’ gibi taleplerle gerçekleştirdikleri isyandan esinlenen bir filmdir. Önce Duvar'ın arkasındaki dünyayı ve şiddeti görürüz sonra da buna karşı mücadeleyi. İşin ilginç tarafı yurdunun sınırlarında kendisine duvar örülmüş bir yönetmenin elinden çıkması ve duvarın arkasına atılan bir çok siyasi mültecinin de flmin destekçilerinden olmasıdır. Ne demiştik duvarı en çok örenler değil onlar tanır.
Güney filmi anlatırken "Bir hapishanedeydik ve şef gardiyan bendim” der. Duvarın arkasına koyduğu kamerayı kullanırken kendini de gardiyanla özdeşleştirmesi ilginç olmaktan çok, manidardır çünkü duvarlar sadece ötekileri tecrit etmekle kalmaz, onu koruyanları, gardiyanları da oraya mahkum eder. Bütün bu figürleri, şiddeti ve mücadeleyi gösteren, duvarın arkasına bakmamızı sağlayan Güney’in kamerası, zamanı için çok güçlü bir "sinema verite"dir.
Şunu söylemek lazım; Yılmaz Güney'in yaşadığı dönemde duvarlar ziyadesiyle sertti (elbette Duvar filminin sert tonunun nedeni de budur) oysa şimdi yenilenen malzemelerine rağmen yumuşaklar. Kolayca geçilmeye, aşılmaya mahkumlar, çünkü Zizek'in yazdığı gibi yersiz yurtsuzlaştırmanın kendisi yeni sınırlandırma tarzlarına ihtiyaç duyar; artık o eski hiyerarşik sabit duvarlar değil, akışkan gerçekliğin kapları olarak çeşitli kılıflar, kabarcıklar vardır." (Ahir Zamanlarda Yaşarken, s.328)" Bu duvarlar inandırıcılıktan uzak ve etkisizdirler, beton ve metal gibi demode malzemeden yapılmış ve günümüzün gayrı maddi kapitalist güçlerine karşı ortaçağdan kalma görünen bir önlem gibidirler.
Güney'in kamerasını kurgusal bir hamleyle soktuğu duvarın arkasını görmek artık çok kolaylaştı. Duvarlar bu yüzden de yumuşaklar. Kocaman sinema kameralarının yerini yurttaşın basit cep telefonları aldığından beri öte yan kendini göstermeye muktedir. Öte taraftan gelen bir çok film de var, festivallerde internette karşımıza çıkan ve kendini anlatan. Dolayısıyla bu yeni duvarlar görünüşte Berlin Duvarı gibi iki ideolojiyi "ayıran" mahiyette değildirler, bu duvarların niyeti terörizme, yasadışı göçlere, kaçakçılığa karşı savunma ya da bir toprağı korumaktır. Ama öte yandan artık fazlasıyla şeffaftırlar, öte yanın iktidar tarafından tarif edildiği gibi olmadığı ortadadır. Bu duvarlar ulus devletin kendini koruma refleksi gibi görünse de vurguladığımız gibi inandırıcılıktan uzak ve etkisiz savundukları şeyin aksini ele verir durumdadırlar.
DUVARIN ÖTESİNE GEÇMEK
Duvarının arkasını görmek/oraya geçmek sanat eserlerinde sık sık karşımıza çıkar. Bu, öte tarafa yolculuk yapmak, sihirli bir dünyaya geçmek hatta gerçekle yüzleşmek anlamına gelir. Her ne kadar Berlin Duvarı’nın cesur ama bahtsızları vurulup duvar kenarına düşmüşlerse de duvarın yıkılmasında elbette ciddi payları vardır. Sabahattin Ali'nin dışarda duvarlara vuran deli dalga sesleri onun yegane ayakta kalma sebebidir. Neil Geiman'ın Yıldıztozu'nun kahramanı Tristran Thorn aşık olduğu kişi için yasak olan duvarın ötesine geçer, Haryy Potter ise sihirler okuluna gidebilmek için tren istasyonundaki doğru duvarın içinden geçmek zorundadır.
Öte yandan elbette duvarın ötesine geçmenin en zorlu ama gösterişi yolu onu yıkmak, parçalamaktır. Berlin Duvarı’nın yıkılışındaki unutulmaz görüntüler aklımızda ama burada sinemadan bir örnekle devam edelim. Alan Parker’in filmleştirdiği, aynı adlı Pink Floyd albümünden yola çıkan The Wall filminin karakteri Pink sonunda duvarı yıkmayı başarır. Sözkonusu duvarın örülüşü Pink’in gençliğinde, annesinin sevgisiyle ezildiği yerde başlayıp birkaç yıl sonra şiirler yazmaya başladığı için okulda öğretmenleri ona cezalar vermesiyle devam eder ve yavaşça kendisini dış dünyadan koruyan ve soyutlayan bir hale bürünür. Burada kendi kendimize ördüğümüz duvarlar da karşılaşıyoruz, duvarların en tehlikelisiyle… Filmin sonunda duvar yıkıldığında çocukların ellerinde tuğlalar vardır, bu tür duvarların yeniden örülebileceği tehlikesini ima eden tuğlalar…
Floyd’un sahne şovlarında Pink gösterinin bir yerinde sahneye kurulmuş duvarın arka tarafından onu parçalayarak çıkar ve seyirciyle karşılaşır. Duvarın öte yanında bizzat biz varızdır. Buna benzer bir şok halinin izini sinemasal bir yöntemde de sürebiliriz. Bu açıdan en Brechtiyen haliyle oyuncu (Tıpkı Güney'in Umut filminde bir an yaptığı gibi) kameraya bakar ve böylece seyirciyle filmsel evren arasındaki duvar aşılır. "Dördüncü duvarı yıkmak" olarak tabir edilen bu "engelin" açılmasıyla başka türlü bir ilişki kurulur, kurgunun kapalı alanında koltuğunda oturup film izleyen bize yaklaşır oyuncular. Tıpkı Pink gibi duvarı kırıp kendi dünyalarından bize doğru bakarlar. Oysa geleneksel sinema bir duvarın varlığına dayalıdır, kurgusal alan ve biz ayrı dünyaların insanları olmak zorundayızdır. Bu duvarı aşmanın düşünmekle, filmin düşünselliğiyle ilgili olarak konumlandırıldığı bu durum sinema tarihini derinden etkilemiştir, önemlidir ama öte yandan artık seyirci alımlaması üzerine yapılan çalışmalar bu ayrımın ötesine de geçmiştir artık. Kültürel çalışmalardan da beslenen bu yaklaşımlar, popüler tabirle "okumalar" duvarın içinde potansiyel çatlaklar bulur, öte yana bakmamızı sağlayan filmsel anlara odaklanır.
Floyd’un sahne şovlarında Pink gösterinin bir yerinde sahneye kurulmuş duvarın arka tarafından onu parçalayarak çıkar ve seyirciyle karşılaşır. Duvarın öte yanında bizzat biz varızdır.
DUVARLAR VE ÇATLAKLAR
Her duvar çatlaklarla mamüldür. Eğer yoksa da yaratılır, mesela murallarla yani duvar resimleriyle. Her duvarın üzeri bir canvas olmaya müsaittir, murallara, graffitilere açık bir alandır. Bu duvarın üzerine repordüksiyon bir tablo asıvermekten son derece farklı, gayet de devrimci bir eylemdir. Susturmak için varolan şeyi konuşana dönüştürür.
Duvarın üzeri duvarın varlığının deyimler sözlüğüdür. Berlin Duvarı'nın üzerindeki ünlü öpüşme resmini herkes bilecektir. Doğu Almanya'nın kuruluşunun otuzuncu yıl kutlamasında Sovyet lideri Leonid Brejnev ile Doğu Alman lider Erich Honecker arasında gerçekleşen ve ressam Dmitri Vrubel'nin 1990'da Berlin Duvarı'na graffiti olarak resmettiği öpüşmeden bahsediyorum. Bu kardeşlik öpücüğünü çizerek üzerine "Tanrım, Bu Ölümcül Sevgiden Kurtulmama Yardım Et" yazan ressam öpücüğün anlamını tamamen değiştirmiştir. Sevgiyi gösteren bir jestin ayırıcı bir duvarı inşa etmiş olmasının dehşeti vardır burada. Tıpkı İsrail'i Batı Şeria'dan ayıran duvarın üzerinde güzel bir manzara resmi olmasının başka bir dehşeti anlatması gibi. Bu duvarın İsrail tarafında bir kırlık alan resmi vardır, sanki duvarın ötesinin tahayyülüdür bu, bir tür etnik arındırma hayalinin ifşası, karşıda ötekilerden arınmış boş bir alan olduğu fantazisi. Arzulananın gösterilenden amansızca bağımsızlaşması.
Ulusların, hapishanelerin ve tımarhanelerin kendilerini var eden duvarları vardır. Ama öte yandan bu fallik gösterenlerin çok daha anlamsız ve çok daha kolay çökebilir olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ama hala ısrarla duvarlara bel bağlayanlara, ondan medet umanlara sıkça rastlıyoruz ve böyle bir durumda yapacak tek şey kalıyor sanırım bize, Nazım Hikmet'in bir zamanlar yazdıklarını tekrar etmek: O duvar/O duvarınız/Vız gelir bize vız!