En olmaması gereken zamanda, en olmaması gereken kaza oluverir. Âşık olursun. İşler sarpa sarar. Bir erkekle nasıl ilişki kuracaksın? Teslim olmak yok. Yok da gönül de pek gevşek, pek yumuşak. Üstelik sevilmek de istiyorsun. Serde feminizm var. Ne halt edeceğini kestiremezsin

O elbise sana  çok yakışıyor

> GÜLFER AKKAYA @gulferakkaya

Örgütlü bir sosyalist olduğumda evde kıyamet kopmuştu. 1 Mayıslara gittiğimizde annem evde ayılıp bayılırdı bize bir şey olacak diye. Haksız da sayılmazdı. 1989 yılıydı, Mehmet Akif Dalkılıç polislerce öldürülmüştü 1 Mayıs eyleminde. Şişhane, Tarlabaşı taraflarıydı. Her yanımızdan polis kurşunları geçiyordu.

O yıllarda 1 Mayıs kutlamaları yasaktı ve sahiden çok gerilimliydi. Üzerimize evin kapıları kitlenir, anahtarlar saklanırdı 1 Mayıs’a gidemeyelim diye. Biz de az değildik. 30 Nisan’da evden çıkar, 1 Mayıs akşamı dönerdik.

Devletin 1 Mayıs şiddetinin ardından evde abla şiddeti yaşardık. Ama pes etmek yoktu.

Dünyayı sen mi kurtaracaksın, sen kimsin ki cümlesi günde kaç kere başımıza kakılırdı. Yine de iç sesimiz susmazdı. Evet, ben kurtaracağım diye isyan ederdi.

Politika tehlikeliydi. Uzak durmalıydık. Ha çok mu istiyorsun okulunu oku, bir yerlere gel ondan sonra yap ne yapacaksan! Ama şimdi olmazdı…

Oysa sosyalizmle tanışanı durdurmak güçtür. Başka bir hayatın olabildiğini gördüğünde efsunlanmış oluveriyorsun. Gençliğin ve devrimin heyecanına bulaşmış birine oku, bir yere gel tarzı ertelemeci, pesimist tutumlar vız gelir tırıs giderdi.

Sen kimsin? Sen mi yapacaksın?

Hep aşağılanır, hep hor görülürdük.

Bu soru sorulduğunda kendimle konuşurdum: Yapanlar da benim gibi insanlardı. Gökten düşmemişlerdi ki!
Sosyalizm yetmemiş olmalı ki 90’ların ortasında feminist oldum. Feminizmi Duygu Asena’dan duymuştum. Yine 1989 yılıydı sanırım. Kadının Adı Yok kitabını hızla okumuş evin baskılarından kurtulmak için üniversiteye girmem gerektiğini aklıma kazımıştım. Duygu Asena benim hayatımda çok önemli bir kişidir. Yolumu çizmemde kalemim olmuştur.
Şimdi artık kurtuluşum için hedefimde sermayenin yanı sıra bir de erkekler olacaktı. Hayat bir yandan karışıyor ama bu karışıklık diğer yandan aklımı berraklaştırıyordu.

Sosyalist olunca evin içindeki kişilerle bire bir problem yaşanmıyor. Bu açıdan sosyalist olmak daha kolay. Son noktada solcu ailede sen daha solcusun. Keskin kişisin. Ama feminist olunca evdeki erkeklerle dalaşmaya başlıyorsun. Erkeklere hizmet etmeyi fazilet sayan kadınlarla karşı karşıya geliyorsun. Kim bu kadınlar? Annen, ablan… Karşı karşıya geldiğin erkek kim? Baban.

Ben şanslı kadınlardanım. Kadınların olduğu bir evde büyüdüm. Erkeklerden birini erkenden kaybettik, diğeri ki babamdı, çok geç hayatımıza girdi. Almanya’da işçiydi. O geldiğinde ben 25 yaşımdaydım. Sosyalisttim ve feminist olmuştum çoktan.

Babam uzun süre benim ne olduğumu anlayamadı. Çünkü sosyalist erkeklerle de didişiyordum. Annem beni anlıyordu en iyi. Yanımdaydı da. Hakkını asla inkar edemem. O benim Xizirim. Tanrıçam. Her şeyimdi.
Ama iş erkeklere gelince o da su koyuveriyordu. Hizmet etme dediğimizde, hiç olur mu diye karşı çıkıyordu. Mis gibi devlet karşıtıydı ama. Kızınca bize anarşist diyordu oysa asıl “anarşist” oydu.

Devrimci olduğumuzda karşımıza ilk ailemiz, sonra akrabalar çıkar. Durmadan devam eder bu karşı cephe, büyüyerek. Komşular, okuldaki arkadaşların bir kısmı. Ev basılmışsa, gözaltılar başlamışsa mahalle… Ve herkes.
Sen yanlışsındır. Aklın ermiyordur. Hele bir büyü. Hele bir anne ol. Çocuğun olsun! O zaman anlarsın.
Ben evlenmeyeceğim dediğinde gülüşmeler ve ardından gelen hele bir aşık ol, görürüz.

Ne desen boş, çünkü sözünün ehemmiyeti yok. Gençsin. Çılgınlık zamanın. Bunlar geçecek, yola geleceksin.
Bu döngü yıllar, yıllar boyunca sürdü. O sırada sana evliliği öneren kadınlar koca dayağı yediği için sana gelip boşanacağım, senin avukat arkadaşların vardır, yardım et diyecekler.

Hayatını kendi başına kurmak isteyenler gelip, iş arıyorum, yardımcı olur musun diye soracaklar.

Babandan dayak yiyen annenle dayanışırsın. Baba ile bilmem kaçıncı kez karşı karşıya gelirsin. Onun tehditlerine pabuç bırakmazsın. Erkekliğini ayaklar altına alırsın. Ve her şey daha sertleşir. Ama vazgeçmezsin. Direnirsin.
O arada en olmaması gereken kaza oluverir. Aşık olursun. İşler sarpa sarar. Peki bu erkekle nasıl ilişki kuracaksın? Teslim olmak yok. Yok da gönül pek gevşek, pek yumuşak. Üstelik sevilmek de istiyorsun. Serde feminizm var. Ne halt edeceğini kestiremezsin.

Ne yapmalı? Nasıl yapmalı sorularıyla beraber geçip giden yıllar.

Ama hep bir yolu bulunuyor. Yeter ki vazgeçmeyelim. Hata yapılmaz mı? Sayısız hatalar… Kafanı duvarlara çarpa çarpa ilerlemeler… Damarında kanının dolaşmadığı günler, geceler... Taşın bile senden daha akışkan olabildiği anlar.
Korkmadan, vazgeçmeden, teslim olmadan yürüyünce ne yaşanırsa yaşansın sonunda düze çıkıyor insan.

Babamın bana “Kızım sen haklıymışsın” dediği günü hiç unutmuyorum. Mutfaktayız. Masada oturmuşuz.

Evlenmememi kast ederek ama o güne dek yaşadığımız tüm kavgalara da gönderme yaparak söylemişti bu sözü. İnanamamıştım. Babam görmedi ama kalbim kuş olup uçuvermişti. Kendimi çok güçlü ve iyi hissetmiştim. Uzanıp öpmek istedim ama yapamadım. Yılların oluşturduğu mesafe vardı aramızda. Hiç kalkmayacaktı o mesafe.
Babamla ben birbirimizin değişimlerine tanıklık etmiştik onca yıl. En iyi biz birbirimizi bilirdik.

Akrabam olan ve uzun yıllar birbirimizi gözlemleyebilecek yakınlıkta yaşadığımız bir başka erkek kişi daha var benzer bir kaderi paylaştığım. Biraz tutucu biri. Aileci. Evlilik, çoluk çocuk olsun. Kadın kocasının yanında olsun diyen biri. Daha doğrusu biriydi. Bana çok emeği geçti inkar edemem ama canımı yakmışlığı da var. Şimdilerde ona bir şey olmuş. Bambaşka bir erkeğe dönüşmüş.

Geçtiğimiz gün bir fotoğrafımdan bahsetti. Sonra aramızda şu diyalog geçti:
“O elbise sana çok yakışıyor.”
“Anımsar mısın, o elbiseyi giydiğimde bana neler demiştin?”
“Yanlış yapmışım, çok yakışıyor, giy onu.”
Sustum. Gülümsedim. Kalbim bir kere daha kuş olup uçtu… Uçtuuu.