80'lerin başı. Mamak Cezaevi. Sanırım 81'in yazında dışardan kitap getirtmek serbest bırakılmıştı. Bu durum elbette bir süreklilik arzetmedi. Arada bir ceza olarak yasaklanır....

80'lerin başı. Mamak Cezaevi. Sanırım 81'in yazında dışardan kitap getirtmek serbest bırakılmıştı. Bu durum elbette bir süreklilik arzetmedi. Arada bir ceza olarak yasaklanır; koğuşlardaki kitaplar toplanır -ve onlar bir daha geri gelmez-, bir zaman sonra yeniden serbest bırakılırdı.

O vakitler ülke ortalamasına göre daha çok okuyan çocuklardık. Eh, çoğumuz üniversite öğrencisiydik. Lakin, 'dönemin koşulları gereği' daha ziyade 'teorik' kitaplardı, ilgi alanımıza giren. Edebiyat adına yapılan okumalar ise çoğunlukla 'toplumsal gerçekçilik'le sınırlıydı. Sosyalist ülkelerin yazarlarının olağanüstü devrimci kahramanlıkları anlattıkları romanlar... Ya da bizden Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi isimler...

Birlikte yattığımız doktor bir arkadaşımız, bizden farklıydı. Onun getirttiği kitaplar pek itibar görmezdi. Sözgelimi 'Irazca'nın Dirliği' ya da 'Demirciler Çarşısı Cinayeti' okunmaktan lime lime olmuşken, doktorun kitapları ilk günkü gıcırlığını muhafaza ederdi. Mesela Abdül-hak Şinasi Hisar'ın o aralara peş peşe yayımlanan tüm kitapları... 'Fahim Bey ve Biz', 'Boğaziçi Mehtapları', 'Çamlıca'daki Eniştemiz'...

Doktor, iyi arkadaşımdı. Bana da ısrar ederdi, "oku bu kitabı" diye... Şimdi kurduğu cümleleri tam hatırlamıyorum ama, dilin zenginliğinden, tasvirlerin derinliğinden, bir şehrin ve insanlarının eski zamanlara dair hikayelerine kattığı gözalıcı renklerden söz ederdi. Uzatmayayım, o vakitler (20'li yaşlarının başında bir devrimciydim) doktorun dürtüklemesiyle giriştiğim A.Ş. Hisar okuma çabalarım, tahmin edileceği gibi kadük kalmıştı.

Hafızamın bir oyunu olabilir ama Oğuz Atay'ın ismini galiba ilk kez doktordan duymuştum. Ya da aradan bunca yıl geçtikten sonra, "herhalde doktordan duymuş olmalıyım" diye düşünüyorum. Her neyse... Dışardan 'Tutunamayanlar'ı istedik. Böyle durumlarda işi garantiye almak için birden fazla kişi görüşçüsüne sipariş verirdi; biri getiremezse diğeri getirir diye... Kaldı ki, fazla bir nüshanın zararı yoktu.

Görüşçülerimiz, 70'li yılların başında basılmış kitabı bulmakta zorluk çekiyorlardı. Kitap, Sinan Yaymları'ndan çıkmış, hacminin büyüklüğü nedeniyle iki cilt halinde basılmıştı. Aslında yanlış söyledim; ailelerimiz kitabın birinci cildini bulamıyordu. Öyle ki, koğuşa bir kaç tane ikinci cilt gelmiş, lakin 'Tutunamayan-lar'ın ilk cildine kavuşmamız nasip olmamıştı.

O aralar ne kadar farkına varmıştık bilmiyorum ama karşı karşıya olduğumuz tablo, Oğuz Atay'ın Türk edebiyat okurları ile kurduğu ilişkiye dair gayet öğreticiydi. Şimdilerde edebiyat tarihimizin haklı olarak başyapıtlarından biri olarak görülen 'Tutunamayanlar', 70'li yıllar boyunca 'meraklısından' geçer not alamamıştı. Öyle ki, muhtemelen TRT Ödülü kazanmış olması nedeniyle ilgi gösterilen ilk cildin ardından, ülkenin okur yazar insanları ikinci cildi satın almaya gerek duymayacak kadar uzak hissetmişti kendini Oğuz Atay'a...

Ama niye?
Murat Belge, Milliyet Kitap'ın son sayısında anlatıyor: "70'lerde Türkiye, daha doğrusu Türkiye intelijansiya'sı, hızlı, ama tek-yanlı bir dönüşüm geçiriyordu. Sosyalist, Marksist politizasyon büyük bir hegemonya kurmuştu. Altmışlarda başlayan silkinme ve canlanma, her alanda dünyaya açılma eğilimi, sonunda bu politizasyona kanalize olmuş ve kendini daraltmıştı."

Bu noktada Orhan Pamuk'un 1997 yılında Oğuz Atay hakkında yazdığı bir yazıdan aktarmak istiyorum: "Aydınlardan söz ediyordu Oğuz Atay. (...) Türkiye'de Batı kültürünü sevmiş, ülkenin hayatıyla bu kültür arasında bocalayan insanlar onun konusuydu. (...) Batılılaşmış aydınlardan sıradan insanlardan söz eder gibi sevgi ve anlayışla söz edebilen ilk yazarımız Oğuz Atay'dır." Orhan Pamuk'un bu cümlelerle ifade ettiği 'şey'e, 70'li yıllarda "teslimiyetçi ve umutsuz küçük burjuvazinin yüceltilmesi" deniyordu. O dönemin hâkim havasını isabetle tarif eden Murat Belge bile, 1972 yılında 'Tutunama-yanlar'a dair içerik eleştirisini, "küçük burjuvazinin eksik dünyasını bir tür kaçınılmazlık olarak sunması", "bu dünyanın dışında üçüncü bir bakış açısının (kendini değiştirmeyi öğrenen aydın) sağlanmaması" etrafında kuruyordu.

Sonuçta bu eleştiriye hak versek dahi (ki roman yazana siyasal bir sorumluluk atfetmek anlamında tartışılır), cümlenin o dönemin hakim paradigmasının içinden kurulduğunu görmezden gelemeyiz. Muadillerinden daha rafine olsa bile...

Biliniyor, Oğuz Atay'ın 'şöhrete kavuşması' İletişim Yayınları'nın girişimiyle 8o'lerin sonunda oldu. Hızlı ve şaşırtıcı bir 'Oğuz Atay çılgınlığı' ile karşılaştık bu kez. Murat Belge, 12 Eylül sonrası dönemde "kötü ve baskıcı bir politizasyon biçiminin ağırlığının azalması"na bağlıyor, Atay'a yönelik yoğun ilgiyi... "İnsanlar kendileriyle ilgili soru sormaktan utanmamayı öğrenmeye başladı. (...) Türkiye'de insanlar birey olduklarını, olabileceklerini keşfetmeye başlayınca, seksenlerin, sonra da doksanların koşullarında, tutunacak fazla dalları olmadığının da bilincine varmaya başladılar."

Bunun da biraz iyimser bir değerlendirme olduğunu söylemek zorundayız. Aslında olan, sarkacın diğer köşesine savrulmamızdı, topyekûn. Özellikle o dönemin üniversite gençliği içinde, Atay'ın eserlerindeki toplumsal eleştiri, Türkiye'nin ruhuna tuttuğu ayna' neredeyse hiç farkedilmeyip, onun bütünüyle birey eksenli bir edebiyat anlayışını temsil ettiğinde karar kılınarak (Oğuz Atay'ın matrak geçeceği ölçüde) bir tür 'tapınma' nesnesine dönüştürülmesi de bir başka yüzeyselliğin göstergesi oldu.

70'li yılların temsil ettiği her şeyin yanlış olduğuna dair yargı (yenilginin en ağır bedeli bu olsa gerek), bu yargıdan beslenen küçümseyici, yer yer alaycı tavır, dönemin moda tabiriyle bir 'loser' kültürünün de önünü açtı. 'Tutunamayanlar'ın yalınkat okuması da bu kültürü es-tetize etmenin vesilesi oldu. Zaten o dönemin -artık ne kadar varsa- bilgi ve birikiminden fazlasını beklemek mümkün müydü, emin değilim. (Hatta müsadenizle şunu da söylemeden edemeyeceğim. Selim Işık'ı rol model alan kuşağın 'loser' kültürü, Amerikan stilinin alabildiğine parlatıldığı doksanlarda, hayatla ilişkisini içmek, küfretmek ve düzüşmek üzerine kuran Henry Chinaski'de kendini yeniden gerçekleştirmeye çalıştı. Üstelik Bukowski'nin bir yazar olarak sahip olduğu -bence göz kamaştırıcı- yeteneği neredeyse hiç önemsenmeyerek...)

Bütün bu serüven boyunca, sanırım Oğuz Atay'la ilgili en enteresan hususlardan biri şu olsa gerek: Edebiyatçı kimliği bir yana, bir toplumun (hadi biraz sınırlayalım; bir toplumun aydınlarının) onunla kurduğu ilişkinin dönemsel savrulmaları, onun belki de döne döne anlatmaya çalıştığı memleket insanının biraz acıklı, biraz gülünç ama sevgiyle anlamak zorunda olunan halinin tercümesi gibiydi. (Herhalde bu serüveni en iyi o yazardı.)

Son yıllarda Oğuz Atay üzerine yapılan ziyadesiyle titiz ve derinlikli değerlendirmelere, araştırmalara bakıldığında galiba her şey yerli yerine oturuyor gibi... Yaşadığı dönemde 'benzersiz' olmaktan kaynaklanan yalnızlık ve yanlış anlaşılma durumu büyük ölçüde sona eriyor. Oysa o, "İyi şeyler birdenbire olur" diyordu, "bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiçbir şey çıkmaz."