“Dikkat çekmek için ölüyorlar…” Ölürken dahi gürültü patırtı çıkarmamız gerektiğini, bu dünyanın fazlalıkları ve lüzumsuzları olduğumuzu hatırlatan bir ses…

Oku oku, büyü büyü... Sonunda lütfen ölü ol

Esra Kaya

Eğitim, çalışma, sosyal güvence ve gelecek ilgili tasavvurlarımız, 20. yüzyılın refah toplumu bağlamında şekillenen çalışma rejimi ve onun toplumsal organizasyonunu yansıtıyor. Refah toplumu idealinde sosyal devlet bir temel hak olan eğitimi vatandaşlarına ücretsiz olarak sunmakla yükümlüdür. Bu idealde; kitleler eğitim, beceri ve vasıflarını piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda düzenledikçe istihdam edilebilmeleri görece mümkündü.

Tam istihdam ve sosyal destek mekanizmaları ile örülen gündelik yaşamda çalışırsınız, maaşınızı alırsınız, hastalık izniniz ve sağlık güvenceniz vardı. Uzun yıllar aynı işte çalışarak emekli olabilirsiniz. İşyerinden arkadaşlarınız olur ve hatta bir kısmı ile aynı mahallede otururdunuz. Okul arkadaşlarınız ile benzer yaşam alışkanlıklarınız ve benzer yaşam öyküleriniz olurdu. Emeğinizi bir meta olarak sattığınız sözleşmenin davranış kalıplarına ve etiğine uygun davrandığınız sürece siz ve hatta çocuklarınız toplumsal korunma ve yeniden dağıtım mekanizmalarından faydalanabilirdi. Çalışmak bir erdem, topluma ait olmanın bir biçimi, kendinizi yeniden ürettiğiniz ve yarına dair bir öngörünüzün olması anlamlarını taşırdı. Eğitim fakültesini kazanır, okulunuzu bitirip öğretmen olurdunuz, atamanız gerçekleşir, düzenli maaşınız ve bir memur ailesine uygun yaşam alışkanlıklarınız ile bir memur emeklisi olarak ne kadar da olsa “yaşadım” diyebilirdiniz.

“Her üniversiteyi bitiren iş sahibi olacak diye bir kural yok”
Tam istihdam bir ideal olmaktan çıkarken, bugün istihdamın gerçekleşme biçimi ve emek rejiminde ortaya çıkan parçalanma “çalışmayı” ve ücretli emeğin görece istikrarlı yaşamını da dağıtıyor. Yarı-zamanlı, esnek, parça başı, sözleşme ya da proje bazlı dayalı geçici çalışma biçimlerinin kurumsallaşması, performansa dayalı ya da bireyselleştirilen ücretler, belirli bir işte çalışılan ortalama sürenin azalması ve buna bağlı olarak çalışan kadrolarda yaşanan sürekli değişim; ekonomide yaşanan en küçük dalgalanmaların etkilerinin mesai tarifelerinin kalkması ya da çalışma saatlerinin arttırılması gibi düzenlemeler ile öncelikle çalışanların sırtına bindirilmesi, uzun iş arama ve uzun deneme süreleri “ücretli emeğin toplumsal niteliğini yitirip bireyselleştirilmesi” stratejisinin bir parçası. Ücretli çalışma toplumunun mücadele-müzakere bağlamında kurumsallaşan devletin düzenleyici rolü ile ilgili tahayyüllerimizin parçalandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönemde kitlesel de olsa işsizlikle işsizin tek başına mücadele edildiği, yaygın da olsa güvencesizliğin aile ya da akrabalar gibi mekanizmalar aracılığıyla bahşedildiği, çalışınca ödeyeceğim ümidiyle borçlar aradığımız zamanlardan geçiyoruz. Devletin ve piyasanın gözünde “Bize Ne, Başınızın Çaresine Bakınız” denilen kitleleriz.

Küresel düzeyde kadınlar ve gençler başta olmak üzere kitlesel ve uzun erimli işsizlik işsizler ordusun eklenecek yeni neferler ile artacak. ILO’dan OECD’ye; sivil toplum örgütlerinden üniversitelere kadar birçok kurumun yayımladığı raporlar işsizlerden yeni bir ülke kurulabileceğimizi söylüyor. Ülkelerin dönemsel ekonomik büyüme gösterdikleri dönemlerde dahi özellikle toplumun en alt kesimlerini oluşturan kentsel işsizler açısından işsizlik oranlarının azalmayışını da aklımızda tutmamız gerekiyor. Herkesin farkında olduğu, bildiği ve kabul ettiği işsizlik hadisesi, önceliği ve önemi açısından belirli bir toplumsallığa işaret ederken , işsizlik halinin gündelik yaşamdaki karşılığı bireyin dünyasına kalıyor.

Yaşamaya dair tüm motivasyon kayboluyor
Maişet dertlerinin yakıcılığı ile en çok üçüncü sayfa haberlerini okurken yüzyüze kalıyoruz. Uzun süreli işsizlikle baş edemeyerek intihar eden mühendisler, atanamadığı için yaşamına son veren 42 öğretmen, işsiz kaldıktan sonra ağır borç yükü yüzünden “Kızıma 50 kuruşluk çikolata bile alamıyorum” diyerek intihara kalkışan babanın, performans düşüklüğü gerekçesiyle intihar eden hostesin ya da son olarak atanamayan Merve öğretmenin ölümünü yaşamaya dair tüm motivasyonunu kaybetmiş olmasını, stresle baş etme kapasitelerinin düşük olduğu ya da kişilik özelliklerinin intihara daha meyilli olduğu gibi psikolojik değişkenlerle açıklamıyorsak, işsizlik cinayetleri gibi duran bu halin toplumsallığına ilişkin (…. ) diyecekken bir ses beliriyor. Kalbimizin ve aklımızın alamadığı soğuklukta bir ses. Tamamlanmasa ne olur ki cümleler. “Dikkat çekmek için ölüyorlar…”

Ölürken dahi gürültü patırtı çıkarmamız gerektiğini, bu dünyanın fazlalıkları ve lüzumsuzları olduğumuzu hatırlatan bir ses…

Lütfen sadece, sessizce ölün diyor.