Kendinde kilitli kalan, çocukluğundan beri benliğinde yuvalanan hiç kimse olma hâli, utanç ve tutukluk gibi sıkıntılarla uğraşan Singer aracılığıyla bir yabancılaşma ve yalnızlaşma hikâyesi anlatıyor Solstag. Bu biraz da kendini değersizleştirme ve değersiz görme öyküsü.

Olanlar ve olasılıklar labirentinde bir adam

Ali BULUNMAZ

Romanlarında, kendisinden uzaklaştığını hissedip yeni bir benlik inşasına girişirken eskisine dönen, bir toz zerresi olduğunu fark edip bocalayan kişinin; topluma yabancılaşması, demode kalması ve yalnızlığının ayırdına varması gibi temalarla okur karşısına çıkan Dag Solstag, şahsiyetini kaybetme ve eksikliklerini ya da fazlalıklarını görme kavşağındaki bireye yoğunlaşıyor.

Meslek, evlilik, toplum ve aile bu süreçte kendisini sorgulayan karakterler için önemli tutamaklar.

Gerçekler ile hayaller arasındaki uçurumun ve düş kırıklıklarının yaşamını altüst ettiğini gören roman karakterleri, hem dertleriyle hem de daha evvel dert etmedikleriyle baş başa kalırken gerçeğin yerine koydukları yalanlar, tüm çıplaklığıyla benliklerini huzursuz edince büyük bir sarsıntının ortasında buluveriyor kendisini.

Maskeleriyle birlikte gardı düşenler, yeni bir ‘düzen’ kurana ya da yeni yalanlara tutunana kadar bulantı sarmalında ufalanıyor, halının altına süpürdüğü kaygılarıyla yüzleşiyor, yalnızlığı ve yabancılığının ayırdına öfke girdabına kapılarak varıyor.

“Mahcubiyet ve Haysiyet”in başkarakteri Elias Rukla’nın son derece sert biçimde yaşadığı bu açmazın bir benzeriyle “Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı”nda Knut Pedersen, politik ve varoluşsal manada karşılaşmıştı.

Solstag, “T.Singer”de ise bir başka gerilimle buluşturuyor okuru: Her şeye pek çok kez yeniden başladığı yaşamında Singer, toplum için değersizleştiğini hissetmekle kalmıyor, yalnızlaşıyor ve hem kendisine yabancılaşıyor hem de insanlarla bağını koparma eşiğine geliyor. Bu, romanın bir bölümü.

Diğer bölüm ise Singer’in sumen altı ettikleriyle yüzleşmesi ve Albert Camus’nün deyişiyle “beklenmedik yerden gelen topun” onu başlangıca döndürmesinden oluşuyor.

ADI KONMAMIŞ BİR KAVGA

Singer, ileri gider gibi görünürken aslında geri dönen acayip bir adam; bir şeyler onu hızla kendi içine çekip kapıdan çıkmasını engelliyor: Onu yalnızlaştıran, kendisine hapseden, daha doğrusu atlayıp geçeceği eşiğe takılmasına neden olan, çocukluğundan kalma bir utançtan mustarip. Zirveye çıkardığı anda aşağı yuvarlanan kayayı Sisifos’un yeniden sırtlanmasına benziyor bu utanç: Amcasının gözü önünde attığı, kısa süreli ve abartılı bir kahkaha. Hepsi bu.

Bahsi geçen utanç, Oslo’dan Notodden’e bir kütüphanede çalışmak ve her şeye tekrar başlamak için gittiği sırada da peşinde Singer’in. Bunun yanı sıra otuz dört senelik yaşamının “huzursuzluk, kafa karışıklığı, kişisizlik ve hızla vazgeçtiği planlarla örülü olduğunu” düşünürken sürekli bir kabahat işlediğini sanıyor veya işleyeceği hissine kapılıyor. Zaman zaman özgüveni sıfırlanan Singer, bu çocukluk anısı aklına düşünce zihninin karanlık odalarına sürükleniyor ve kendisiyle adı konmamış bir kavgaya tutuşuyor. Bir yanlışlık ya da yanlış yapma korkusu, kavgayı derinleştirip utancını artırıyor. Başka bir deyişle olan ve olasılık çelişkisi ya da gerilimi, varoluşuna kafa yoran ve “kendisinden utanma korkusuyla gençliğini bir mitolojiye çeviren” Singer’i bir gölge gibi takip ediyor: “Hazırlıksız bir anda çok yüksek bir kahkaha atarken gözlenme ve yanlış anlaşılmalar, utanç verici kafa karışıklıkları yüzünden suçlu duruma düşme tehlikesi her zaman var, özellikle de toplumsal yaşamda; ne kadar çekingen olursa olsun, insanın her zaman karşısına çıkan rastgele tanıdıkların böyle utanç verici olayların ortaya çıkmasında önemli bir rol oynamaları yüzünden atılacak bir sonraki adım, nerede ve ne zaman olursa olsun kendisini ele verme, çıplak görünme tehlikesi taşır. Her adım beraberinde utanç verici bir ânın tohumunu taşır, bilinçten asla silinmeyen bir utandırıcılık tehlikesiyle yüklüdür. Singer gibi bir insan nereye gitse tehlikededir, her an uyanık olması gerekir.” Bu ruh hâli, doğal olarak yalnızlığı gerektiriyor ve Singer de içinin sesini dinliyor; başarısızlıklarını, kararsızlıklarını ve hiçbir hedefinin bulunmayışını işitiyor.

İşte bütün bunların toplamı olarak ve kimsenin tanımadığı, rutinlere sahip Singer, Oslo’dan “büyük bir yanlış anlaşılma” diye nitelenen Notodden’e geliyor.

‘KİTAPLARIN BEKÇİSİ’

Notodden’deki kütüphane, Singer için yapmaktan mutluluk duyduğu rutin işlerin bir zirvesi gibi görünüyor. Singer, rutinlerle görünmez hâle geldiğini ve daha cana yakın birine dönüştüğünü hissediyor. Ayrıca bu iş ona, yalın ve düzenli bir yaşamın kapısını aralıyor, hemen yeni rutinler buluyor, kendisini “kitapların bekçisi” diye adlandırıyor.

Kütüphane önemli bir gerçeği ortaya çıkarıyor; kendisini, bir tarihsel bağlama yerleştiremeyen Singer, aynı zamanda toplumsal bir semptom olmadığını, tarihsel ve toplumsal bir nesne hâline geldiğini düşünüyor. Bu süreçte tanışıp evlendiği Merete, onun yaşamında ve Notodden günlerinde sıra dışı bir olaya dönüşüyor: Aşk sayesinde beklemedik bir değişim geçirmesine rağmen eksik şeyler olduğunu fark ederken aşamadığı eşiklere takılıyor; zamanla tutulduğu suskunluk, iletişimsizlik, kuşku girdabı, rutinlere ve maskelere sığınma refleksi bunlardan birkaçı. Kısacası yine kendi labirentine hapsoluyor Singer.

Ayrılmak istediği sırada Merete’nin bir kaza geçirip ölmesi ise Singer için yeni bir eşik anlamına geliyor. Notodden’in dört bir köşesinde fısıltı şeklinde yayılan sırlar ve dedikodular da bunu biraz daha büyütüyor. Böylece ufukta, birkaç sene önce ardında bıraktığı Oslo yolları tekrar görünüyor. Üstelik bu kez üvey kızı Isabella da yanında.

Isabella ile başladığı yeni hayatta Singer, hem onun çocukluğunu hem de kendi karanlık noktalarını aydınlatmaya uğraşıyor. Bir anlamda ikili, benliklerini ve birbirini keşif yolculuğuna çıkıyor. “Gizemli” Singer’in vazgeçilmezi yalnızlık ve yabancılaşma, bu seyahatte yine başrolde. Oslo’daki karşılaşmalar nedeniyle eski defterleri açmak zorunda kalan Singer’in ruhuna yeni huzursuzluklar da tebelleş oluyor; eski utançlara tazeleri ekleniyor.

Kendinde kilitli kalan, çocukluğundan beri benliğinde yuvalanan hiç kimse olma hâli, utanç ve tutukluk gibi sıkıntılarla uğraşan Singer aracılığıyla bir yabancılaşma ve yalnızlaşma hikâyesi anlatıyor Solstag. Bu biraz da kendini değersizleştirme ve değersiz görme öyküsü: Bulantılar arasında gidip gelen, zaman zaman absürdün rüzgârına kapılan Singer, duvarlarını yıkıp geçmek yerine, kendisini ısrarla insanların dışında ve yaşamın çeperinde konumlandırırken gerçek yaşamdaki siniklere seslenen bir karaktere dönüştürülüyor Solstag tarafından.