Ölümün kol gezdiği, insan hayatının değerinin kuruşla ölçüldüğü bir ülkede yaşıyoruz.

Ölümün kol gezdiği, insan hayatının değerinin kuruşla ölçüldüğü bir ülkede yaşıyoruz.

On binlerce insanın ölümü bile, bize prensiplerden ve marşlardan daha önemli görünmüyor.

Her gün birileri ölüyor, bir o yandan, bir bu yandan, ama hepsi buradan, bu ülkeden.

Asker, polis, “terörist”, hepsi sonunda bir can işte. İsabetli bir kurşundan fazla değil güçleri.

Onlar kan içinde yığılıp kalınca, mezar öncesi resmî prosedürlerle soyulup soğuk morglarda eşitleniyorlar.

Cesetler, insanlardan daha çok benziyor birbirine.

Benzemeyen, cesetlerin bedenleri canlıyken üzerlerindeki giysi ve eşyalar.

Pantolonlar, gömlekler, paltolar, atkılar, ceketler, cep telefonları, saatler, kasetler, kitaplar...

İç savaş kurbanlarından geriye  kalan sahipsiz eşyalar, şaşkın ve hüzünlü bir bekleyiş içine giriyorlar.

Eşyaların sahipleri yok artık. Çatışmalar sırasında öldüler ve sonra da  gömüldüler.

Kurbanların akrabaları ilk günlerdeki şoku atlattılar; eşleri, çocukları, anne veya babaları olmadan yaşamaya alıştılar; yeniden ağız dolusu gülmeye başladılar.

Hayat, karşı konulmaz vurdumduymazlığıyla yaraları sarmaya girişti. Yaşayanlar, ölenleri giderek daha seyrek hatırlayacak artık...

Ama ya eşyalar, onlar ne olacak?

Eşyalar boynu bükük kaldı. Sahipsiz ve anlamsız, acı duyan ve acı veren eşyalar...

Ölüm kokan paltolar, atkılar, ceketler, cep telefonları, saatler, kitaplar...

Bazen haberalma görevlilerinin haftalarca tekrar tekrar incelediği eşyalar (hiçbir zaman böyle bir ilgi görmedikleri için ne kadar şaşırıyorlardır kim bilir!), kurbanların ailelerine iade edilmek üzere serbest bırakılıyorlar. Akrabaların bir kısmı gelmiyor. Gelenler bu eşyaları kendileri mi kullanıyor, yoksa kederli anılar arasına mı kilitliyor?

1977’nin bir bahar günü koşarak terk ettiğim Taksim Meydanı canlanıyor gözlerimin önünde: Yüzlerce ayakkabı ve gözlük yayılmıştı ortalığa. 36 kişinin eşyaları o gün anlamını yitirmişti.

Sahibini kaybeden köpeklerin nasıl bunalıma girdiğine hiç tanık oldunuz mu?

Ya eşyalar? Onların sessiz bunalımları?

Eşyanın görevi sahibine hizmet etmektir. Dirsekleri yırtılan kazaklar, altı delinen ayakkabılar, içi tükenen tükenmez kalemler ne kadar bahtiyardır aslında bilir misiniz? Görevlerini yerine getirmenin huzuruyla emekliye ayrılırlar.

Eşyaların sahiplerinden daha uzun yaşaması ise “eşyanın tabiatı”na aykırıdır, anlamsızdır, hüzünlüdür.

Dünyada her yıl milyonlarca eşyanın, sahibini toprağa vermesi, insanlardan daha uzun yaşaması ne kadar acı!

Acaba kimse sahibi ölen veya öldürülen eşyalardan oluşan bir müze yapmayı denemedi mi?


***

Belarus TV

Eskiden bir ara nostaljik duygularla izlediğim bir televizyon kanalına rastladım dün internette: Belarus TV...

Geçmişi yad ederek yine birkaç dakika göz atmak istedim. Sonuçta birkaç saat izledim karmaşık duygularla... Gençliğimi hatırladım. 80’li yılları. Öğrenci yurdunun dokuzuncu katındaki salonda hep birlikte televizyon izlerdik. Haberlerde hep Komünist Partisi yöneticileri çıkardı. Sonra parti kararları, övgüleri, cezaları... Ardından sosyalist emek kahramanları... Ve sonunda mutlaka emperyalizme karşı haberler; mesela, ABD’de zencilere kötü muamele veya Guss Hall’ın ateşli bir nutku...

Brejnev çıktığı zaman salonda kikirdemeler duyulurdu. “Yine çıktı ihtiyar!” “Ölmedi gitti, yapıştı koltuğa!” Komsomol sorumluları gelince herkes suspus olurdu. Çünkü onlar “partinin gençlik arasındaki gammazlarıydı”...

Belarus TV, Sovyet halklarının zafer bayramından, eski liderlerden övgüyle söz etti. ABD’ye verdi veriştirdi. Bol bol da lider Lukaşenko’yu gösterdi: Konuşurken, gülerken, kızarken, spor yaparken...

Rusya ile ilgili haberlerin ruhuna sanki eski bir dostun sitemleri sinmişti. Minsk, yıllardır ortak devlet kurma görüşmeleri yaptığı Moskova’nın kendisine pek yüz vermemesini, sattığı doğalgazın fiyatına büyük zamlar yapmasını affedemeyen, ama ona henüz açıkça savaş açamayan, böylelikle boşanmayı şimdilik reddeden aldatılmış bir eş gibiydi...

Lukaşenko, zaaflarıyla ünlü Yeltsin’i ekarte edip kurulacak ortak devlete başkan olmayı hayal etti yıllarca. Ama Rusya’da başa Putin gibi güçlü bir lider gelince planları bozuldu. Sonraki yıllarda iki “kardeş” ülke arasında gerginlikler yaşandı. Hatta Lukaşenko, Rusya’ya karşı şantaj yapmak için kendisini “son diktatör” ilan eden Batı ile flörtü bile denedi.

Ama ben bütün bunları düşünmedim dün. Yalnızca Belarus TV izledim. Ve kendimi eski bir binanın dokuzuncu katında hissettim. Hatta bir ara gammaz komsomolcuları bile özlediğimi sandım...


***
 
Katillerle akşam yemeği

Her şeyin öylesine farklı bir finalle tamamlanacağını ummuyordum doğrusu. Başlangıç o kadar sıradandı ki. Yani o akşama kadar...

Rusya’da, bir gemi gezisindeydim. Nehirler ve kanallar aşıyorduk.

Geminin lokantasında çoğu birbirini tanımayan insanlar aynı masalar çevresinde günde üç kez bir araya geliyordu. Benim oturduğum masada üç kişi daha vardı: yaşları 60-80 arasında değişen bir kadın ve iki erkek.

Önce yüzeysel yemek sohbetleri ile başladı. Sonra hava ve nehir yolu durumları...

Gündüz yol üzerinde uğranan şehirler ve müzeler geziliyordu. Akşam yemeği sonrası ise gemide eğlence düzenleniyordu. Biraz Sovyet dönemini hatırlatan bu “kolektif eğlence” sırasında danslar vardı. Ve tanışmalar. Ve içki. Ve kur yapmalar, nazlanmalar, göz süzmeler...

Benim ihtiyarlar önceleri yemek sonrasında ortalarda görülmüyorlardı. Sonra 60 yaşlarındaki piyasaya çıktı. Alkol konusunda zaafı olduğu belliydi. Açıkçası yarı ayık geziyordu orada burada.

Günler geçiyordu. Teyze erken yatıp erken kalkmaktan vazgeçmiyordu. Ben de geç yatıp erken kalkmaktan. Ama en yaşlımız amcada son günlerde ani bir hareketlenme göründü. Önce kendinden 25 yaş kadar genç bir ressam kadına, sonra da 10 yaş küçüğü hanım hanımcık bir teyzeye kibarca asılmaya başladı.

Doğrusu onları izlerken gençlerin banal tanışmalarından ne kadar bıktığımı anladım. Düşünün, amca 80’lik, teyzede ise yaş 70 (ama iş bitmemiş). Bir vals yapışları var ki... Ve bakışmaları, utangaç gülüşmeleri...

Acaba o yaşlarda aşk, daha mı güzel ve anlamlı?

Yemekhanede yanımda oturan teyze herkese tek tek takılıyor. Alkol bağımlısı komşumuza malum zaafından dolayı. Bana garson kızlarla neşeli  sohbetlerimden dolayı. Ve asıl 80’lik amcamıza “büyük aşkı”ndan dolayı... (Onun amcaya yaptığı şakalarda “Neden o kadın yerine beni seçmedin” vurgusunu boşuna aradım durdum.)

“İhtiyar delikanlı” komünistti. Alkol bağımlısı “duruma göre” davranıyordu. Teyze “istikrar ve iktidar” yanlısıydı.

Son gece geldi çattı.

Alkol bağımlısı içkiyi fazla kaçırdı. Amca yeni (ve belki son) aşkıyla hakkıyla vedalaşmaya hazırlanıyordu. Teyze hepimize her zamankinden fazla takılıyordu.

Cinsellikten siyasete kadar bir dizi konuyu deştik.
 
Lokantada bizden başka müşteri kalmamıştı.

Bir ara 80’lerin başından bir Rus halk şarkısı dikkatimi çekti. Onlara bu şarkıyla üniversite yıllarımı hatırladığımı söyledim.

Teyzenin yeni bir şakasıyla gülüşürken gözüm alkolseven dostumuza takıldı. Ağlıyordu. Önce “şişede durduğu gibi durmadığına” yordum. Sonra ötekiler de fark etti. 80’lik amca görmezden geldi. Teyze üstüne gitti.

Alkol bağımlısı dostumuz bu şarkıyla Afganistan’da kaybettiği arkadaşlarını hatırladığını anlattı. Orada savaşmış, yüzlerce insanın ölümünü görmüştü. Biraz daha içip açıldığında Afgan köylerine bomba yağdırmış olmanın vicdan azabıyla yaşadığını öğrenerek kısa süreli bir şoka girdik.

Bu kez sessizliği “ihtiyar delikanlı” bozdu. Nemli gözleri uzaklara dalmıştı. O da vaktiyle “askeri tatbikat” denilerek Çekoslovakya’ya götürüldüğünü ve gencecik insanların gırtlaklarının kesiliş öyküsünü anlatıyordu. Vahşete o da ortak olmuştu.  Öyküsünü iki damla gözyaşıyla bitirdi.

Benim gibi susan teyzeden de benzer bir itiraf beklediğim hissine kapıldım. O da uzaklara dalmıştı. Ama susuyordu. Ötekiler de susuyordu. Masamız donmuştu.

Dışarıdan delice bir müzik sesi geliyordu. Anonslarda son gece zirveye çıkacağı müjdelenen eğlencenin hiçbir şeyden habersiz ilk notaları, çoktan kapanması gereken yorgun lokantamızdan içeri sızıyordu.