"Omzumuzla düzeni hafif bir dürtsek her şey yerle bir olacak"
Fotoğraf: DepoPhotos

İlda Alçay Sepetoğlu - Araştırmacı, Doktorant.

Fransa’da Cezayir asıllı Nahel M.,’nin 27 Haziran’da Paris’in banliyösü Nanterre’de bir polis tarafından öldürülmesi üzerine yeni bir ayaklanma başladı. Banliyölerden şehir merkezlerine doğru yayılan ve mağazaları, binaları, araçları -aslında önüne çıkan her şeyi- yakıp yıkan bir öfke ülke genelinde büyüyerek devam ediyor.

Aşırı sağcılığın hegemonik hale gelmeye başladığı böylesi bir tarihsel dönemde bir Cezayirlinin öldürülmesi, olayın, göçmen meselesi, göçmenlerin marjinalleşmesi üzerinden açıklanmasına neden oluyor. Meseleyi yalnızca ‘öteki olanın isyanı’, "uyum sağlayamaması", (hatta Fransız basınında çıkan bazı yorumlarda olduğu gibi kendini Fransız görmeyen Fransızlardan oluşan bir karşı ulusun ortaya çıkması)  üzerinden açıklamaya başlayınca kaçınılmaz olarak cümlenin karşı ucu Marine Le Pen’in "Kültür savaşını neredeyse kazanıyoruz" dediği bir ırkçılığa denk düşüyor. 

Oysa bu yorumların kendisi de yükselen aşırı sağcılık da neo liberalizme içkin olandır. Ama sokakta farklı sebeplerle ortaya çıkan, parçalı ve kısıtlı sürelerle kendini gösterse de bir tarihsel sürekliliğin içinde yolunu arayan protesto eylemleri özünde düzenin kendisine yönelmiş politik itirazlardır.

Nahel’in öldürülmesinden sonra başlayan protestolarda dahil olmak üzere, geriye giderek bakacak olursak, her biri yoksulluk, ırkçılık ve türlü hak gasplarıyla tetiklenen bir temelden 2010’lara damgasını vuran mücadele dalgasının omuzlarında: istihdam yasası karşıtı mücadelenin; Sarı Yeleklilerin; cinsel ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ve daha geniş anlamda toplumsal cinsiyet baskısına karşı feminist seferberliklerin; emeklilik reformuna karşı 2019-2020’deki hareketin; kayıt dışı göçmenlerin mücadelelerinin; ve (ırkçılık karşıtı olanlar dâhil) polisin suçlarına ve her türden devlet şiddetine karşı verilmiş tüm mücadelelerden yükseliyor. 

Dolayısıyla bugün yükselen protesto dalgası aslında yoksulların öfkesidir. Elbette ‘ötekinin’ öfkesidir ama yalnızca etnik kültürel sınırlarda değil. Sermayenin karşısında yoksul olan ötekinin, bir avuç zengin azınlığın karşısında mutsuz olan ötekinin, hakları gasp edilen, zenginlerin kendilerine yarattığı güvenlikli gettolarına yaklaşmasınlar diye, banliyölere hapsedilmiş ötekilerin öfkesidir. Yani mesele her durumda zengin ile yoksul arasındadır. Her durumda sınıf mücadelesiyle ilgilidir.

Marx ; “kapitalizmin varlığının zorunlu koşulu, toplumun büyük bir çoğunluğunun mülksüzlüğü”diye açıklıyor. Bugün geldiğimiz noktada neoliberalizmin yarattığı tahribat hem bu mülksüzlüğü derinleştiriyor hem de yoksul ve zengin arasındaki uçurumu daha da açıyor. Eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetler yoksullaştırılan kesimler için ulaşılmaz hale gelirken bir avuç azınlık akıl almaz şekilde zenginleşiyor. 

Küresel eşitsizliklere ilişkin 2022 Raporu’nu açıklayan Oxfam, küresel ölçekte milyarderlerin servetinin, son 19 ayda, son 10 yılda elde edilen artıştan daha fazla arttığını tespit etti. Rapora göre, pandemi döneminde, dünyada her 26 saatte yeni bir milyarder ortaya çıkarken, 160 milyon kişi de yoksulluk sınırının altına düştü. Mart 2020’den Ekim 2021’e kadar Fransız milyarderlerin serveti yüzde 86 oranında arttı. Fransa’daki en büyük 5 şirket, pandeminin başlangıcından bu yana servetlerini ikiye katladı. Bu 5 şirket, Fransa’daki nüfusun en yoksul yüzde 40’lık diliminin gelirine tek başlarına sahip. Ülkede, 7 milyon insanın yaşamak için gıda yardımına ihtiyacı var. Bu rakam Fransız nüfusunun yüzde 10’unu oluşturuyor. Üstelik pandemi döneminde 4 milyon insan daha kriz nedeniyle bu gruba eklendi.

Yine benzer bir şekilde Fransa’da önemli bir tartışma konusu olan, ‘Sağlık sigortası katkı payı’ olarak bilinen CSG (La contribution sociale généralisée) başta Sosyal Sigortalar Kurumu’nun açığının kapatılmasına yönelik alınmaya başlamıştı. Yüzde 1,1 ile başlayan bu yeni verginin oranı gelecek hükûmetlerce yükseltilerek 1998’de sosyalist Lionel Jospin hükûmeti döneminde yüzde 7,5’a çıkarıldı. Daha sonra genişletilerek diğer gelirlere de uygulanır oldu. Öyle ki işsizlik ve emeklilik maaşından (yüzde 6,6), sigortanın istirahat ödeneğine kadar bu vergiye tabii tutuldu. Bunlar da yetmedi; kira ve sabit varlıklar gelirlerine (yüzde 8,5) kadar uygulandı. Devlete 72 milyar Euro olan kazanç vergisinden daha çok getirir hale geldi. 29 milyon çalışandan şu veya bu şekilde kesilen CSG, devlete ortalama 100 milyar gelir getirirken, bunun sadece 3 ila 4 yüz milyonu, sosyal yardım adı altında sadaka olarak dağıtılıyor.

Peki bu tablodan ne çıkar? 

Özellikle Sarı Yeleklilerde şahit olduğumuz ve bugüne kadar -farklı gerekçelerle de olsa- devam eden eylemlerin hiçbirinin amacı yalnızca Macron’un yenilmesinden ibaret değildir. Aynı zamanda bu insanlar düzen karşısında görünmediklerini, seçtikleri yöneticiler tarafından temsil edilmediklerini söylüyorlar. Yalnızca  zenginlerin temsil edildiği bir düzene isyan ediyorlar ve Fransa’da yıllardır derinleşmekte olan hegemonya krizini iyice görünür kılıyorlar. Yani aslında yaşanan kriz bir yanıyla sistemin de krizidir. Buradan şüphesiz pek çok farklı yıkıcı-dönüştürücü sonuç çıkabilir. Ama hem dünyanın farklı sokaklarında hem de tıpkı bizde olduğu gibi, bu eylemler politik-örgütlü bir güçle yönlendirilmediği sürece ya sağcılığın tahakkümünde ya kendiliğinden sönümlenen bir itirazdan öteye geçemeyecektir. Bunları tahmin etmek için şimdilik erken olsa da uzun bir süredir, neoliberalizm karşıtlığının, başka bir dünya olasılığının sokaklarda dillendirildiği bir tarihsel dönemde olduğumuz da açık. Belki de her şey  Jacques Rancière’in dediği sadeliktedir; “Omzumuzla düzeni hafifçe dürtsek her şey yerle bir olacak.”