MARİGOLD OTELİ’NDE HAYATIMIN TATİLİ

Orda, eski bir sömürge var uzakta!

Marigold Otel, falan gibi filmlere ne demeli? Irkçı desek, değil, fazla sert olur. Ama cehennemin yolları da iyi niyet taşlarıyla örülüydü, hatırladığım kadarıyla. Hoşgörülülüğün, korumacılığın bütün kendini beğenmişliğini, bütün tepeden bakan tavrını hiç farkında olmadan temsil ediyor desek, olur sanki

Eskiden yani 20-30 yıl önce İngiltere’nin orta sınıf emeklileri geri kalan hayatlarını İspanya, Portekiz ya da İtalya’da geçirebilirlermiş. Buraları pahalılaşınca Fethiye falan gibi seçenekler gelişmiş. Artık oralara da para yetiştiremeyen İngiliz emekliler artık eski sömürgeleri Hindistan’a göçer olmuşlar. Tabii Hindistan’ın ya da  Türkiye’nin emeklileri ne olacak, onlar hangi ılıman iklimli memlekette hayatlarının son yıllarını geçirecekler sorusu da önemli bir soru. Orta sınıf Fethiyelilerin, Vanlıların, Kütahyalıların, Delhililerin, İslamabadlıların İngiliz emeklileriyle rekabet edecek paraları olacak mı, memleketlerinin en güzel yerlerinde tatil yapabilmek için? Onların zaten yurtdışı hayalleri hiç olmamıştı ama kendi evlerinde iyi bir köşe bulabilecekler mi? Neyse geçelim bunları şimdilik, zenofobi suçlamalarına maruz kalmadan.

“Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili” yedi yaşlı, emekli İngilizin internetten buldukları Marigold Oteli’nin cazibesine kapılarak Hindistan’a gidişlerinin ve o otelde geçirdikleri dönemin hikayesini anlatıyor. Bu yedi İngilizin içlerinde düpedüz ırkçı birisi bile var. Ama bu yaşlı İngiliz hanımın ırkçılığı başından biri çocuksu bir sevimlilik, ya da huysuzluk olarak veriliyor. Sevimli ırkçı! Uzlaşmaz kavramlar ama film uzlaştırıyor. Ne de olsa filmin ve dolayısıyla seyircinin bakış açısı İngilizlerden yana. Ev sahipleriyle konukları arasında bir düşmanlık da yok zaten ama şöyle bir şey var: Sadece yaşça değil, zekaca, akılca ve bilgelikçe de büyük olan İngilizler, çocuksu, ne yapacağını bilemeyen , cahil, bilgisiz ama iyi niyetli Hintlileri kanatları altına alıyorlar. Birisi onlara muhasebe, bir diğeri telefonda müşteriyle konuşma sanatı vs. öğretiyor. Bir başkası da otelin genç sahibine kadınlara nasıl davranması gerektiğini anlatıyor. Bilgisayarda göründüğü gibi görünmeyen, aslında fena halde dökülen Marigold Oteli İngiliz ziyaretçilerinin desteğiyle ayağa kalkıyor ve korunuyor. Filmin, benim ilk paragrafta sorduğum sorularla ilgilenecek hali yok tabii ki. Filmin tek eşcinsel karakteri de Hintli sevgilisini bulduktan sonra tam zamanında ölerek herhangi bir komplikasyon çıkmasını önlüyor. Çünkü Hintli sevgili evlenmiş ve kendisine bir yuva kurmuştur. Yaşlı İngiliz gay normalde yaşlı Avrupalıların üçüncü dünyada yaptıkları gibi kendisine genç bir Hintli bulsa, hoş olmazdı tabii ki. Akla maazallah seks turizmi filan gelirdi.

Şimdi bu “Marigold Oteli” falan gibi filmlere ne demeli? Irkçı desek, değil, fazla sert olur. Ama cehennemin yolları da iyi niyet taşlarıyla örülüydü, hatırladığım kadarıyla. Hoşgörülülüğün, korumacılığın bütün kendini beğenmişliğini, bütün tepeden bakan tavrını hiç farkında olmadan temsil ediyor desek, olur sanki.  Aleni bir ırkçılıkla mücadele etmek kolay ama bu sevimli, insancıl, hoşgörülü liberallikle mücadele etmek daha zor. 

John Madden’ın filmi yaşlı Batılı izleyicilere hitap edecektir. Çiğnenmesi çok kolay bir lokma çünkü. Bütün kemikleri, kılçıkları alınmış, hatta neredeyse daha önceden sindirilmiş...

 ***

KARA ALTIN
Araplar ve Amerikalılar


Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi Arabistan’daki küçük ve görece yeni ülkelerin tarihi inanılmaz bir değişime sahne olmuş. Abu Dabi Film Festivali’ne katıldığımda ülkenin (BAE) tarihini anlatan bir müze gezmiştim. Aşağı yukarı elli yıllık bir sürede inci avcılığıyla (ya da toplayıcılığı) geçinen kabilelerin yaşadığı bu bölgeler, bugün çağdaş mimarinin gösteri alanına dönüşmüş durumda. En şaşaalı gökdelenler, en modern yarış pistleri, en yüksek kuleler, en modern müzeler BAE ve Katar gibi ülkelerde kurulmuş ya da kuruluyor. Hepsinin kaynağı tek bir şey: petrol. Avcı-toplayıcılıktan ışın hızıyla modern çağa geçmek o kadar da zor değilmiş sanki. Aslında tabii şöyle bir durum da var: O avcı-toplayıcı kabilenin mensupları petro-dolarların keyfini sürerken bütün eziyeti yabancı işçiler çekiyor, bütün yöneticilik işlerini de yabancılar hallediyor. Abu Dabi Festivali’nin başında Amerikalı Peter Scarlet var örneğin. Scarlet, Tribeca Festivali’nin sanatsal direktörlüğünden vazgeçip, Abu Dabi’ye neden gelmiştir acaba? Festival boyunca hiçbir Abu Dabiliyle yani ev sahibi emirliğin vatandaşıyla tanışmamıştım, bunu da belirteyim.
“Kara Altın” Katar sermayesiyle çekilmiş bir film. Belli ki iyi bir ücret alan Jean Jacques Annaud, bonne pour l’orient (doğu için yeterli)* mantığıyla fazla uğraşmadan filmi çekmiş. Antonio Banderas ise hayatının en utanç verici performansını sergilemekte pek beis görmemiş. Banderas’tan Arap şeyhi olmamış ve oyuncu her göründüğü sahneyi dibe çekmiş. Neyse ki Banderas’ın görünmediği sahneler idare ediyor da film seyredilebiliyor yoksa kâbus gibi bir şey olacakmış. Bir zamanlar Banderas’ın Atatürk’ü oynayacağı söylentileri dolaşırdı. Neyse ki gerçekleşmemiş.
Film “Arabistan’da ‘Sarı Kuşak’ denilen bir yerde” ibaresiyle açılıyor. 1930’larda geçiyor öykü. İki emirlik birbiriyle savaşmış, bir taraf yenilmiş ama üstünlük kazanan taraf ezici bir galibiyet elde etmemiş. Üstün gelen tarafın barış koşulları arasında yenilen emirin iki oğlunu rehin almak da var. Sarı Kuşak denilen bölge ise kimseye ait olmayacak, barış anlaşmasına göre. Ama Teksaslılar, petrol kokusunu alınca bölgeye geliyor ve galip emir Nesib’in (Banderas) izniyle Sarı Kuşak’ta ilk petrol kulelerini dikiyorlar. Yenik emir Amar (Mark Strong) ise duruma bozuluyor; hem barış anlaşması ihlal edildi diye hem de gavurlar ülkeye davet edildi, dolayısıyla yaşam biçimi değişecek diye. İki emir pazarlığa oturuyor ama anlaşma olmuyor. Emir Nesib’in elindeki rehin prenslerden biri kaçmaya yelteniyorsa da yakalanıp öldürülüyor. Nesib, elinde kalan prens Auda’yı (Tahar Rahim) kızı Leyla’yla (Freida Pinto) evlendirerek barışı sağlamaya çalışıyor. Ama Auda gerçek babasının yanına gidince saf değiştiriyor ve nihayetinde bir savaş başlıyor. Filmin mesajı sanki biraz şöyle gibi: Fazla hırslı olmak iyi değil ama zengin olmak istemek de yanlış değil. Yabancı sermaye de olmazsa olmaz. Ne şiş yanıyor ne kebap! Emirlikler böyle süreçlerden geçti mi bilmiyoruz ama Arap-ABD işbirliğini kutsayan ve mutlu sonla biten bir hikaye “Kara Altın”ınki. Foto roman tadında bir masal seyretmek istiyorsanız, sinemaya buyurun. 


•    Ekşi sözlük: 1)1960lara kadar bazı Fransız üniversitelerinin verdiği diplomaları süsleyen ibare. diplomanın batıda kullanılamayacağını yani birşey ifade etmediğini ancak doğuda türkiye, cezayir, mısır gibi ülkelerde kullanılabileceğini ifade eder.

***

 

KUZGUN

Kılavuzu karga olanın…

Edgar Allan Poe’nun gizemli ölümünü ve dehşetli hikâyelerini harmanlamak, hayatın sanatı, sanatın hayatı taklit ettiği bir film yapmak, Poe rolünü Johne Cusack’a oynatmak kağıt üzerinde güzel görünüyor. Yönetmen koltuğunda da V (for Vendetta) ile hatırı sayılır bir başarı kazanmış James McTeigue olunca beklenti yükseliyor. Ama Kuzgun vaatlerinin hiçbirini yerine getirmiyor! Film, Poe’nun öykülerini bir tür senaryo olarak kullanıp, gerçek hayatta hikâyelerdeki gibi cinayetler işleyen bir seri katilin aranış öyküsünü anlatıyor. Katilin derdi, Poe ile işbirliğine girmek ve nihayetinde Poe’nun kendisinden ilhamla bir hikaye yazmasını sağlamak.

Bu uğurda Poe’nun sevgilisini kaçırıyor ve diri diri bir tabut içinde toprağa gömüyor ama çok derine değil. Poe ve polis birlikte katili arıyorlar. Fakat film o kadar başarısız ki, ne katil, ne kurbanlar ne de Poe’nun dramı umurumuzda oluyor. Bu kadar ruhsuz ve fakat iyi prodüksiyon az bulunur. Yazık olmuş bunca yeteneğe ve değerli edebi kaynağa.