Osmanlı’da düzen arayışı

Fatih Yaşlı

Günümüzde mevcut rejime yönelik tartışmalar sürerken, tarih alanında da geçmişe yönelik çalışmalar sürüyor. Üretken yazar ve çevirmen Çağdaş Sümer ile Yordam Kitap’tan yeni çıkan Osmanlı’daki düzen arayışını konu alan yeni kitabı üzerine söyleştik.

Kitabının uzunca bir adı var: Düzenini Arayan Osmanlı: Eski Rejimden Meşrutiyet’e Osmanlı’da Siyasal Çatışma ve Rejimler. Ben bunun kitabın meselesini anlamak açısından iyi bir başlangıç olabileceğini düşünüyorum. Bir devletin “düzenini araması” ne demektir? Osmanlı devleti hangi tarihsel kesitte, neden ve nasıl bir düzen arayışına girmiştir?

Aslında Düzenini Arayan Osmanlı başlığını seçerken sadece bir devletin düzen arayışından yola çıkmadım. Bir bütün olarak Osmanlı toplumunun bir arayış içinde olduğunu ve devlet dediğimiz ilişkinin de sık sık siyasal çatışma biçimlerini alan bu arayışla şekillendiğini vurgulamaktı amacım. Kitabın özellikle giriş bölümünde belirttiğim gibi, siyasal çatışma biçimleriyle devlet oluşumunun farklı evreleri arasında ‘‘eş-kurucu’’ bir ilişki olduğunu ve bu ilişkinin ortaya konmasının Osmanlı tarih yazımındaki devlet-toplum karşıtlığı ve bu karşıtlığın sürekliliği fikrine dayanan hâkim anlayışın ötesine geçmemizi sağlayabileceğini düşünüyorum. Dolayısıyla soruyu bir toplumsal formasyonun ‘‘düzen arayışı’’ şeklinde anlayacak olursak, 18. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı eski rejiminin sınıf mücadelelerinin sonucunda içine girdiği (jeo-)politik birikim krizinin yeni çatışma biçimleri ürettiğini, bu çatışmaların da siyasal toplumun sınırlarının yeniden çizilmesi ve iktidar blokunun yeniden kurulmasıyla tanımlayabileceğimiz rejim ya da düzen arayışlarına yol açtığını söyleyebiliriz. Bu arayışlar 19. yüzyıl boyunca Tanzimat, İstibdat ve Meşrutiyet gibi birbirini takip eden farklı siyasal rejimlerin inşasında somutlaştı.

“Eski rejim” kavramının özellikle devrim öncesi Fransız monarşizmini anlamak için kullanıldığını biliyoruz. Osmanlı’nın “eski rejimi” neydi ve Meşrutiyet Osmanlı’nın “Fransız devrimi” miydi? Meşrutiyetle birlikte yeni bir rejime mi geçildi? Eğer öyleyse yine kitabın adında yer alan ve bu geçiş sürecinin temelinde yer alan “siyasal çatışma”nın dinamikleri nelerdir?

Osmanlı-Cumhuriyet tarih yazımında ‘‘burjuva devrimi’’ kavramının esas olarak 1908-1923 uğrağını tanımlamak için kullanıldığını biliyoruz. Bu dönemin siyasal alanın dönüşümü açısından burjuva devriminin radikal bir evresine tekabül ettiği muhakkak. Ama ben Osmanlı burjuva devrimini daha geniş bir tarihsel sürece yerleştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Nasıl Fransız Devrimi 1789’da eski rejimin krizinin bir ürünü olarak şekillendi ve yaklaşık 100 yıl boyunca farklı devrimci dinamikler ve rejimler üreterek devam ettiyse, Osmanlı burjuva devrimi de zora dayalı politik birikime ve siyasal toplumun Müslüman olmayanları dışlayacak şekilde tanımlanmasına dayanan Osmanlı eski rejiminin içine girdiği krizin bir ürünüydü. Fakat Osmanlı’da eski rejimin çöküşü, Fransa’dan farklı olarak bir siyasal devrim biçiminde değil, çok cepheli bir iç savaş biçiminde yaşandı ve bu iç savaş Tanzimat’ın ilanına kadar devam etti. Ben bu çerçevede pasif devrim olarak nitelediğim Tanzimat ve karşıdevrim olarak nitelediğim İstibdat rejimlerinin de Osmanlı burjuva devriminin farklı evreleri olduğunu düşünüyorum. II. Meşrutiyet ve ardından Cumhuriyet ise bence yaklaşık 20 yıl süren, iç ve dış savaşların belirlediği bir demokratik devrim uğrağına denk düşüyor. Bu uzun burjuva devrimi süreci içinde vergi ve askerlik gibi kolektif sömürü mekanizmalarının güçlendirilmesi, hem iktidar bloğu içinde hem de doğrudan üreticilerle mülk sahipleri arasında köylü ya da aşiret isyanları biçimini alan çatışmalar üretti. Siyasal toplumun sınırlarının yeniden çizilmesini amaçlayan Tanzimat Osmanlıcılığı ve İstibdat İslamcılığı da kanlı mezhepçi şiddet patlamalarına yol açtı.

Türkiye’de Osmanlı tarihi çalışmalarının genelde milliyetçi-muhafazakâr bir perspektif taşıdığını, liberal tarihçilerin de bu perspektifle “özgücülük” başlığında ortaklaştığını biliyoruz. Bu hâkim anlayışa göre Osmanlı nevi şahsına münhasır, kendine özgü bir devlettir ve Marksizmin kavram seti ile anlaşılması mümkün değildir. Sen ise çalışmanda tersi bir iddia ile “sınıf mücadelesi”nden yola çıkıyor ve bir yere varıyorsun. Başlangıç noktanı ve vardığın yeri anlatabilir misin?

Evet, yukarıda da belirttiğim gibi hâkim ‘‘güçlü devlet geleneği’’ anlayışı, Osmanlı’nın Avrupa’daki akranlarıyla aynı tarihsel bütünün parçası olarak görülemeyeceğini ve analizinde başka kavram setlerinin kullanılması gerektiğini ima ediyor. Maalesef önemli istisnaları olmakla birlikte Türkiye’de Marksistlerin de bu anlayışın gölgesinden kurtulmayı her zaman başaramadıklarını görüyoruz. Ben Marksist literatürdeki burjuva devrimi tartışmalarından ve stratejik-ilişkisel bir devlet çözümlemesinden yola çıkıyor ve tıpkı diğer toplumsal formasyonlarda olduğu gibi Osmanlı’da da 19. yüzyılda yaşanan dönüşümü sınıf mücadelesini merkeze alarak açıklamaya çalışıyorum. Bunu yaparken sınıf mücadelesini sadece doğrudan üreticilerle mülk sahipleri arasında değil, aynı zamanda mülk sahiplerinin kendi aralarında, farklı siyasal entitelerdeki mülk sahipleri arasında ve hatta doğrudan üreticilerin kendi aralarında yaşanan bir mücadele olarak okumak gerektiğine inanıyorum. Kitapta da gösterdiğimi ümit ettiğim gibi bu tür bir yaklaşım, Marksizme yöneltilen devleti ve uluslararası dinamikler yeterince hesaba katmadığı eleştirisini de boşa çıkaracaktır.

Son olarak, kitabı okuduğumuzda bu çalışmanın devamını da yazma niyetinin olduğunu görebiliyoruz. Eğer devamı gelirse bu sefer hangi döneme ve hangi dinamiklere odaklanacaksın? Merak eden okurlar için bize biraz bundan söz edebilir misin? 

Aslında kitabın sınırlarını belirlerken bir miktar zorlandığımı belirtmeliyim. Okurlar muhtemelen kitabın sonunda, peki bütün bunlar II. Meşrutiyet’in ilanından sonra nasıl değişti sorusunu soracaklardır. Sonuç bölümünde elimden geldiğince bunun ipuçlarını vermeye çalıştım. Ama 1908-1928 demokratik devrim uğrağının ayrı bir çalışmanın konusu olması gerektiğine inanıyorum. Kitapta ele aldığımız hemen tüm çatışma dinamiklerinin görece kısa bir zaman diliminde, çok yoğun olarak yaşandığı ve bir bütün olarak Osmanlı toplumu açısından felaketlerle sonuçlandığı bir süreçten bahsediyoruz. Ve ne yazık ki tarih yazımında bütün bu çatışmalar sınıfsal içerikleri görmezden gelinerek, milliyetçilikler arası bir ölüm kalım mücadelesine indirgeniyor. Yeni bir çalışmada 1908-1928 uğrağını milliyetçi teleoloji diyebileceğimiz bu indirgemeci yaklaşımla daha fazla tartışarak ele almayı istiyorum. Yine kitapta bilinçli olarak daha az vurguladığım uluslararası dinamiklerin rejim inşa süreçleri üzerindeki etkisini de daha sarih bir şekilde ortaya koyma ve Osmanlı-Cumhuriyet burjuva devrimini uluslararası bir süreç olarak tartışma niyetindeyim.