AKP’nin her seçimden sonra gündeme gelen balkon konuşması, fabrika ayarlarına dönüş türünden söylemleri bu ortamda yeni anlam kazandı. Şu anki görünüm AKP’nin fabrika ayarlarının 2002’ye değil, Türkiye’nin 1990’larına dönüş olarak gerçekleştiğini gösteriyor

Oyun kuruculuktan yeni Sünni cephenin neferi olmaya: AKP dış politikası

İLHAN UZGEL*

Ortadoğu 2015’ten itibaren çatışmadan çözüm dinamiğine doğru ilerlerken ve çatışmaların merkezinde yer alan IŞİD ise artık toprak kaybetmeye başlamışken, Türkiye, dış politikasında tarihinin en sıkışık, en zor dönemini geçirdi. Diğer bir değişle, dış politika geçtiğimiz yıl içinde en dip noktasını gördü.

Bölgesel Liderlik İllüzyonu

AKP iktidara geldiğinde, gözünü yavaş yavaş Ortadoğu coğrafyasına çevirken, bu bölgede aktif siyaset izlemesi Batı tarafından tercih edilmişti. Özellikle Irak işgali sonrası bölgede Amerikan karşıtlığının arttığı bir ortamda, Türkiye’nin bölgesel liderlik hevesi ve Erdoğan’ın Arap sokağına hitap eden tarzı ABD tarafından da üstü örtülü bir şekilde desteklendi. Bölge içinden çıkacak Arap bir lider, yeni bir Nasır imajıyla daha dirençli bir siyasal duruş sergileyebilir ve ABD’nin işini zorlaştırabilirdi. Türkiye istediği kadar bölgesel liderlik rolünü oynasa da, sonuçta NATO üyesi bir ülkenin lideri olarak Erdogan’nın bölgesel liderlik hevesinin yapısal sınırları bulunuyordu.

Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla Türkiye Ortadoğu siyasetine daha doğrudan girmeye, ama özellikle Suriye üzerinde nüfuz kurma siyasetine geçti. Davutoğlu ve yakın çevresi temelde yayılmacı olan bu Yeni Osmanlıcı siyaseti 2010’a kadar liberal bir kılıf içinde ve komşularla sıfır sorun, yumuşak güç gibi kulağa hoş gelen, Batı’da da sempatik bulunan kavramlarla sunmaya çalıştı.

Bu süreçte iki önemli gelişme AKP’nin bölge politikasını etkiledi. İlki, 2008 kriziyle Batı’nın ve özellikle ABD’nin küresel gücünün zayıfladığı ve bölgedeki etkisinin azaldığına yönelik yanlış inançtı. ABD 2011’de jeopolitik ağırlığını Uzak Doğu’ya kaydıracağını, yine bu tarihte Irak’tan asker çekeceğini ilan etmişti. Dolayısıyla, Davutoğlu bölgedeki güç boşluğunu doldurmanın fiziki ve stratejik imkanının oluştuğunu düşündü. İkinci olarak, Erdoğan’ın İsrail’e “one minute” dedikten sonra bunun Arap sokağında yarattığı etki ve AKP’nin kendi dağıttığı Erdoğan posterlerinin büyüsüne kapılması özgüveninin patolojik bir hal almasına ve bölge siyasetinin dinamiklerini yanlış okumasına neden oldu.

Arap Baharıyla birlikte, bölge siyasetinin tarihi bir fırsat sunduğu, artık bu yeni dönemde Yeni Osmanlıcılığın hayata geçirilebilmesi için ortada bir engel kalmadığı yanılgısı Erdoğan ve Davutoğlu’nu sardı. Arap Baharıyla birlikte, nehrin yatağını bulduğu, tarihin yerine oturduğu fikrine dayanan bu anlayış, bütün akademik hayatını, Batı paradigması dışında İslama ve İslamcılara ait bir dış politika anlayışı geliştirilmesi arayışına hasretmiş Davutoğlu için kaçırılmayacak bir fırsat yaratmıştı. Türkiye’nin oyun kurucu olduğu, Türkiye olmadan yaprak kıpırdamacak yeni bir Ortadoğu kurulması imkanı ortaya çıkmıştı. Türkiye bir yandan Mursi yönetimiyle yakınlaşırken, öte yandan elindeki bütün imkanları Esad rejimini devirmek için seferber etti. Bu aşamada bir yandan da bölgesel liderlik için bir engel olarak gördüğü Kürt sorununu, açılım sürecini devreye sokarak beklemeye aldı. İslamcı çevrelerde Kürt sorunundaki çatışma halinin bölgesel liderlik için bir sorun olduğu düşünülüyordu. Bunu çözmese de baskılaması, görmezden gelmesi gerekiyordu. AKP Ortadoğu’da nüfuzunu yerleştirince, Kürtlerle bu hakimiyet noktasından, bölgesel lider pozisyonundan pazarlık yapacak, Kürtlere ulusal kimlik yerine İslamcılıkta buluşma alternatifi sunulacaktı. O yüzden bir çözüm sürecinden çok içeriği bulunmayan bir oyalama süreci yürütüldü. Barzani liderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Müslüman Kardeşlerin başa geçtiği Suriye ve Hamas yönetimindeki Gazze Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve ideolojik olarak kontrolünde olacak; Ürdün ve Lübnan etki alına alınacak, Mısır ve Tunus uzak vassallar haline gelecekti.

Ne var ki, AKP, Esad rejminin yıkılmasını beklerken, Mursi yönetiminin darbeyle yıkılması karşısında ilk büyük yenilgisini aldı. Bunun üzerine Suriye’nin AKP stratejisindeki önemi daha da arttı ve AKP bir yandan giderek Suudi Arabistan ve Katar ile işbirliği içine girerek, öte yandan cihatçıların Türkiye sınırından geçmesine izin vererek Esad’ı devirmeye çalıştı. Bu konudaki en önemli hamlesi ise Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Fetih Ordusunu kurması ve bununla birlikte sahada bazı ilerlemeler kaydedilmesi oldu. Etkili olmaya başlayan bu hamle ise Rusya’nın doğrudan asker ve uçak göndermesiyle sahadaki bütün dengelerin değişmesine neden oldu, sorunu karmaşıklaştırdı. Geçtiğimiz Kasım ayında Rus savaş uçağının düşürülmesiyle Türkiye’nin yalnızca Ortadoğu politikası değil Rusya ile ilişkisi de çöktü, kayıpları hız kazandı.

Kayıp Listesi

Türkiye’nin uzun süredir ısrarla savunduğu güvenli bölge talebi karşılık bulmadı, başta ABD olmak üzere hiçbir aktör buna yanaşmadı. AKP hükümeti Rojava’nın düşmesini bekledi, olmadı. ABD Türkiye’nin terörist dediği PYD’ye silah yardımı yapmaya, hatta ABD’li uzmanlar eğitim vermeye başladı. İran Kasım ayında Viyana’daki Suriye toplantısına davet edildi. ABD ile Rusya, AKP’nin kabus senaryosu Esad’lı geçiş konusunda anlaştı. Rusya’nın Suriye’nin kuzeyine S-400 füzelerini yerleştirmesi nedeniyle Türkiye, Suriye sınırında uçak uçuramamaya başladı ve Rusya, Türkiye’nin desteklediği başta Türkmenler olmak üzere silahlı gruplara yönelik hava operasyonlarını yoğunlaştırdı. Dolayısıyla, 900 kilometrik Suriye sınırında Türkiye burnunu çıkaramaz duruma geldi. Irak’ta ise Erbil ile anlaşıp, Bağdat’ı atlayarak Başika’ya tank ve asker sevkedince bu kez önce Bağdat yönetiminin, ardından Arap Birliği’nin tepkisi ve kınama kararıyla karşılaştı ki, Esad’lı geçişin kabul edilmesinden sonra, bu karar Ortadoğu’da liderlik iddiasına vurulmuş en büyük darbe oldu. Türkiye, Suriye ile vizeleri kaldırırken ve aslında sınırı kaldırmayı planlarken, günümüzde Suriye sınırına duvar örmek zorunda kaldı, Rusya ise Türkiye vatandaşlarını sınırdan çevirmeye başladı. Rusya bir yandan ekonomik önlemleri sıkılaştırırken ve Türk tırları kuzeyde Rusya, güneyde Irak sınırında bekletilirken, öte yandan Ermenistan’daki askeri varlığını güçlendirerek buraya da füze sistemleri yerleştirdi ve Türk uçaklarının uçuşunu tehlikeye soktu, bir bakıma Türkiye’yi çevreledi. Türkiye’nin tarihindeki hiçbir tekil askeri eylem bu kadar ağır bir dış politika bedeli, maliyeti getirmemişti.

Azez’den Cerablus’a Stratejik Derinlik

Türkiye’nin Ortadoğu hakimiyetinin sınırları şimdilik Azez Cerablus arasındaki bölge olarak görülüyor ve şu anda en büyük endişesi buranın PYD’nin eline geçmesi, yani bir Kürt koridoru oluşması. Bunun gerçekleşmesini de ancak ABD ve diğer müttefiklerine İncirlik üssünü açarak engelleyebildi. Öyle ki, ABD PYD’nin Fırat’ın batısına geçmesini şimdilik engelleyerek Türkiye’ye karşı önemli bir kozu elinde tutuyor. Öte yandan Türkiye’nin de PYD’yi vurmasına izin vermiyor, böylelikle, bir dengeyi kurmuş oluyor. ABD doğrudan PYD’yi muhatap almanın getireceği yükten kurtulmak için de, Ekim ayında en önemli bileşeninin PYD olduğu Suriye Demokratik Güçlerini kurdu ve silah yardımını bu güce yapmaya başladı. AKP hükümetinin, PYD’yi tasfiye etmek ve Esad’ı devirmek gibi ters bir denkleme dayalı Suriye siyasetinde, ABD desteğine bağlı bu politikasının uzun vadede sürdürülebilir olmadığı ortada. Bu hatta Arap ve Türkmenleri yerleştirme çabası da istediği sonucu vermedi.

Denize Düşen Misali

AKP hükümetinin Ortadoğu’ya hakim olma, İslamcı bir dünya görüşüyle Yeni Osmanlıcılığı hayata geçirme hedefi 2015’te tamamen bitti. Bölgesel hegemonyasını kurma ihtimali kalmayan ve aynı anda Kahire, Tel Aviv, Şam, Bağdat ve Tahran ile ilişkileri bozulan Türkiye’nin bir de Moskova ile arasının bozulması, dış politikasında hareket alanın kalmadığı bir çıkmaz sokağa saplanmasına yol açtı. Kilidi açmak için Suriye’de siyaset değiştirmek yerine yüzünü tekrar ABD ve İsrail’e çevirdi. Yani, alternatif paradigmadan İslamcı siyasetin en iyi bildiği pragmatizme döndü. AKP hükümeti Ortadoğu’da hegemonya kuramayınca, soluğu küresel hegemonun kucağına dönmekte buldu. Zaten bir süredir kurmuş olduğu Suudi Arabistan ve Katar ile yakın ilişkiler de gözönüne alındığında, Türkiye yeniden ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Katar ve Barzani liderliğindeki Kürdistan Bölgesel Yönetiminden oluşan bir Sünni eksene oturdu. Erdoğan 2015 içinde üç kez gittiği Suudi Arabistan ile yüksek düzeyli stratejik konsey kurup, Suudilerin ilan ettiği Sünni temelli ve 34 ülkenin yer aldığını iddia ettiği ne olduğu belli olmayan İslam Ordusuna katılmayı kabul etti, Katar’a ise asker göndererek ilişkilerin askeri boyutunu derinleştirdi.

İran’ı bölgede dengeleyeceği için ABD’nin de desteklediği bu Sünni bloka İsrail ile ilişkileri düzelterek katkıda bulundu ve eksik kalan halkayı tamamladı. Böylece merkezinde İsrail’le gerilimin yattığı Ortadoğu siyasetinin kurucu unsuru olma politikasının, Ömer Çelik’in ağzından açıkça “Türkiye’nin İsrail devletinin ve halkının dostu olduğunu” belirterek, iflas ettiğini ilan etmiş oldu.

Sona Doğru

Bir yandan ABD ile Rusya arasında Suriye üzerine pazarlığın sonlarına gelinmesi, öte yandan Libya’daki Trablus ve Tobruk yönetimlerinin Fas’ta uzlaşıya zorlanması ve Yemen’de ateşkes sürecinin başlatılması Ortadoğu’da çatışmadan yeni düzenin kurulmasına giden sürecin başladığının işaretleri. Bir süredir ise IŞİD’in kazanımları geri sarılmaya başlandı. YPG Tel Abyad’, Irak ordusu Tikrit ve Ramadi’yi, Suriye Demokratik Güçleri Teşrin’i ve en son El Hul’u IŞİD’den geri alarak İslam Devletini zayıflatmaya ve Rakka ve Musul arasındaki stratejik bağları koparmaya başladılar. Suriye’de Esad’ın en azından iki yıl daha başta olacağı geçiş süreci Ocak 2016’dan itibaren başlayacak. Türkiye ise artık sahada olamadığı için, uzun sınırı nedeniyle masada olsa bile bu zayıf pozisyonda, şekillendirmek istediği Ortadoğu siyasetinde marjinalleşen bir aktör olarak kalacak.

Fabrika Ayarlarına Dönüş

AKP’nin her seçimden sonra gündeme gelen balkon konuşması, fabrika ayarlarına dönüş türünden söylemleri bu ortamda yeni anlam kazandı. Şu anki görünüm AKP’nin fabrika ayarlarının 2002’ye değil, Türkiye’nin 1990’larına dönüş olarak gerçekleştiğini gösteriyor. Dışta ABD, İsrail ve Körfez gericiliğine dayalı eksende karar kılan Erdoğan ve AKP hükümeti dış politikanın mehzepçi niteliğini kayıt altına almış oldu. Bu blokun birinci ortak paydası Sünni eksen olması ve bölge reelpolitiğinin bir ayağı olması ise, ikinci ortak paydası demokratikleşmeyi dert etmemesi, iç ve dış politikada mezhepçi ve otoriter siyaseti öne çıkarması. Önümüzdeki yıl başkanlık tartışmalarının yoğunlaşacağı bir ortamda bu otoriter siyasetin ağırlaşma ihtimali yüksek görünüyor.

*Prof. Dr. Ankara Üniversitesi