Özdeşleşme, ‘özdeş’ kavramından türemiştir. Özdeş deyince genellikle birbirlerine eşit görünen iki şey ya da birbirlerine eşit...

Özdeşleşme, ‘özdeş’ kavramından türemiştir. Özdeş deyince genellikle birbirlerine eşit görünen iki şey ya da birbirlerine eşit görünmedikleri halde aslında aynı olan tek şey akla gelir. Sokrates, Aristotales, Platon, Stoacılar ve Leibniz iki ayrı şeyin ne kadar birbirlerine benzeseler de özdeş olamayacağı görüşündedirler. Onlara göre ‘Özdeş olan tek olandır’. Diyalektik mantıkta özdeşlik durumu ancak soyutlamalarla geçerlidir, somut gerçeklikte özdeşlik geçicidir ve temel olan sürekli değişirliktir. Gelişme en genel biçimiyle şöyle oluşur; Bir nesne her belli anda, hem kendi kendisiyle özdeş kalmaya, hem de ve aynı zamanda özdeş olmayana dönüşmeye çabalar. Nesne belirli ve süreklidir, ama aynı zamanda da değişip başkalaşır. Gelişmeyi sağlayan, nesnedeki bu özdeşlik (süreklilik) ve özdeş olmama (değişirlik) karşıtlığının savaşımıdır. Demek ki temel olan, özdeş olma durumu değil, özdeş olmama durumudur. (Felsefe Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu)
Buradaki özdeş olmama durumunu özne’ye de uyarlayabiliriz.
Özne’nin hem kendisini hem de çevresini değiştirebilmesi; kendi kendisiyle ve kolektif bir kimlikle özdeşleşmemesi ile sağlanır. Ancak her ikisiyle de ilişkilidir. 
Özdeşleşmenin en açık örneklerini propaganda fotoğraflarında/filmlerinde görürüz. Çünkü burada amaç, konu ve karakterle özdeşleşmeler yaratarak günlük politikalara katkı sağlayan bir etki oluşturmaktır. Nazilerin kendi propagandasını yapmak için çektirdiği fotoğraflar ve filmler bunun en önemli örnekleridir. Alman halkı liderleriyle ya da güçlü Alman ırkı imajıyla kendilerini özdeşleştirmiş ve bu sayede faşizmin getirdiği/getireceği insanlık dışı uygulamalara yabancılaşmış, müdahale edeceğine tam tersi bir refleks vermiştir. Günümüzde aynı şekilde milliyetçiliğin körüklendiği ülkelerde her türlü propaganda aracılığıyla halkın özdeşleşmesi sağlanmaktadır. 
Özdeşleşme, buyurgan bir süreçtir ve bize bilinçaltı süreçleriyle bir başkasının yerine koymamıza koşullandırır. Bize sunulan idealize edilmiş kahraman karşısında benlik kendini geri planda tutar ve kahraman içselleştirir.
Bu yöntemle izleyicide ‘katharsis’ sağlanır. Duygusal etki güçlüdür. Yani günlük yaşamın değişik sorunlarıyla yüz yüze kalmış izleyici sorunlarından uzaklaşır.
Klasik sinema, modern insanı günlük zaaflarından arıtmayı yani katharsisi hedefler. Aslında ‘katharsis’le modern toplum arasındaki ilişki zorunlu ya da kaçınılmaz bir ilişki değildir. Katharsisin temeli aydınlanma öncesine Antik Yunan’a dayanır. Katharsis, Aristo’nun kullandığı bir kavram ve Antik Yunan’da varolan bir beklentiyi ya da işlevi dile getirir. Aristo, katharsisten ‘olması gereken’ bir şey olarak bahseder ve tragedyanın nihai amacı olduğunu söyler. Aristotelesçi katharsis anlayışı problemlidir, çünkü tragedi çıkışlıdır. Burada insanın korku ve acıma duygularını harekete geçirerek oluşturulmak istenen bir arındırma söz konusudur ve bu da Hıristiyanlık inancında insanın doğuştan günahkârlığını hatırlatır. 
Elleri ve yüzü buruşmuş yaşlılar, burnu sümüklü ayağı çıplak varoş çocuklar, Çingeneler, Yezidiler, Afrika’daki açlar, savaş mağdurları, hayatta ezilmişler, mayınlara kolunu bacağını vermişler, fahişeler, eşcinseller, ağır koşullarda çalışan işçiler, maden işçileri, Hint fakirleri, aborjinler, beden ve zihin özürlüler, hamallar, hayatını çöpten toplayanlar, alkolikler, seks tacirleri, AIDS ya da alzeimer hastaları... vb, sıkça görsel çalışmalara konu edilmiştir. Ancak meselenin içeriğinden ziyade ‘güzel fotoğraf’a önem verilmiş, ifadeyi güçlendirmek ya da estetik unsurlar katmak için gerçeğin, simüle edilmiş, medyalaştırılmış ve romantikleştirilmiş görüntülerini sıkça görüyoruz. Korku ve acıma duygusunu güçlendirecek müdahaleli çekimlere tanık oluyoruz. Bu fotoğraflar problemlidir. Bizi gerçeklikten uzaklaştırır. Onları fotoğraf karesinde nesneleştirmekten öteye gidilemez. Bizi insani duyarlılıklara yaklaştırdığı yanılsamasına sürükler. Fotoğrafı oluşturan kültürel kodlar, görsel dil ve kurgu, fotoğraftaki insanların hayatlarına ve onların gerçekliklerine yabancılaştırır bizi ve kaçınılmaz olarak ötekileştirir. ‘Öteki’ diye bir şeyin var olduğunu biliyoruz. Önemli olanın ‘öteki’ni anlamak olduğunu unutturur. Ötekine saygı duyarak, yaşamda ortaklaşarak, eşit haklara sahip olduğumuzun bilincinde olarak birbirimize yakınlaşabiliriz. Tersi kin ve nefret duygularını besler, milliyetçilik ve faşizm belasını güçlendirir.
Özne, kendi kendisi ile bütünüyle özdeşleşmediği gibi, kolektif bir kimlikle de özdeşleşmez (Alain Touraine). Her ikisi ile ilişkili fakat hiçbiri ile özdeş olmayan özne, kendisini ve çevresini dönüştürebilme potansiyeline sahiptir. ( Cevat  Özyurt, Özgürleşme ve Özdeşleşme Arasında Öznenin Direnişi...)