Özer Ozankaya: “Laiklik karşıtlığıyla demokrasi düşmanlığı yaptılar”
Türkiye Cumhuriyeti, çağdışı kalan ve yabancı işgali altına girerek tümden parçalanıp yok olma eşiğine gelmiş Osmanlı'dan Türk ulusunu kurtarmak üzere yaşayabilir, işleyebilir yeni bir çağdaş toplum kurmak zorunluluğunu yerine getiren bir devrimin ürünü olan bir devlet ve toplumdur!
Yasin Durak
Laiklik söyleşileri dizimizde bu hafta toplumbilimci Özer Ozankaya ile konuştuk.
Öncelikle Atatürk ve Laiklik kitabınızda yer alan bir alt başlığı soru olarak sormak isterim: Laiklik nedir, ne değildir?
Türk Devrimi’nin toplumumuzda oluşturduğu kadarıyla laik/demokratik birikim, yalnız Cumhuriyet’in kurulup halifeliğin, şeriat vekâleti ve mahkemelerinin, medreselerle tarikatların kaldırılmasıyla, yazı ve dil devrimleriyle, Türk Medeni Yasası’yla değil, aynı zamanda ve uzun sürede onlar kadar etkili sonuçlar veren demiryolları, denizyolları ulaşımı, Sümerbank, Etibank, Devlet Üretme Çiftlikleri, Tarım-Kredi Kooperatifleri, Köy Enstitüleri, sanat liselerinin yarattığı ve geniş kitleleri üretken yapan, sanayi toplumu kuran altyapı temelleri üzerinde de oluşmuştur.
Bunun gibi, Demokrat Parti’yle başlayan ve ABD/İngiltere sömürgeciliğinin güdümünde süren laiklik düzenini yıkıcı eylemlerin en etkili olanları da tarikat şeyhlerinin ellerinin öpülüp önlerinin açılması ya da ezanın Arapça okutulması, okullarda, Kuran kurslarında yeni kuşaklara laiklik karşıtı beyin yıkaması yapılması kadar, örneğin Turgut Özal’ın “komünist ulaştırması” diyerek demiryolu ulaşımını çökertmesi, Sümerbank, Etibankların çökertilerek sanayileşmenin terk edilmesi, toprak ağalarının ağzıyla “komünistlikle” suçlanan Köy Enstitüleri’nin kapatılması, tarım ve toprak reformunun uyutulması, sanat liselerinin köreltilmesi de çok belirleyici olmuştur. Türk demokrasisinin laiklik temelleriyle yeniden ayağa kalkıp güçlenebilmesi, yeniden sanayi toplumu olmasına ve ulaştırmasını demiryolu ve denizyolu ulaştırmasına dayandırıp ülkeyi ve ulusu organik bir bütünlük yapmasına bağlıdır, görüşündeyim.
Laiklik (nedir sorusuna gelince), sözcük olarak Eski Yunancadan alınma olup, Batı Avrupa’da 18'inci yüzyıl toplumsal-siyasal devinimleri içinde geniş anlamıyla “demokrasi, Türkçesiyle “halkın egemenliği” düzenini anlatmak üzere kullanılmıştır: Toplumda yönetim erkinin “laikos ” denilen, “dinsel ya da silahlı güçler kurumlarının dışındaki halk kitlesine ait olmasını” anlatır. Tıpkı “demokrasi” kavramı gibi –bu sözcük de eski Yunanca “demos =halk” ve “krasi=erk” sözcüklerinin bileşiminden oluşur ve Türkçe tam karşılığı “halkın, ulusun egemenliği, kendini yönetmesi” demektir.
İnsanlık tarihinde Ortaçağcıllıktan çıkışın ilk örneğini veren Batı Avrupa toplumlarında, feodal silahlı güçlerin ve onların işbirlikçisi kilisenin elinde bulunan yönetim erki, başta zanaat ve ticaret yapan kentliler olmak üzere halk kitlelerine geçerken, yine Eski Yunancadaki “demos=halk” ve “krasi=erk” sözcüklerinin bileşimi olan “demokrasi” kavramı oluşmuş ve yaygın kullanımına ulaşmıştır. Böylece halk egemenliği, demokrasi, laiklik gibi aynı anlama gelen sözcüklerle anlatılan yönetim düzeni, en gelişkin aşamasında, toplum düzeninin “silah ve inanç” güçlerini ellerinde bulunduran ayrıcalıklı sınıf(lar)ın egemenliğinde olmadığı ve giderek, ne bir din, ne bir mezhep, ne bir öğreti adına değişmez, eleştirilip değiştirilmesi önerilmez kurallara dayandırılmadığı; her bireyin, cinsiyet, soy, din, meslek, servet, konumu ne olursa olsun, eşit, dokunulmaz ve devredilip, vazgeçilmez insan ve yurttaş hak ve özgürlüklerine sahip olduğu bir toplumsal düzen anlamına ulaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundaki laiklik anlayışı da bu olmuştur.
Özer Ozankaya
Uygar insanlık bu anlama düşünce olarak önemli ölçüde ulaşmıştır ama uygulamada gerçekleşecek kadar yeterli kurumlaşma aşamasına, özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika devletlerinin uluslararası alandaki sömürgeciliği önlenemediği için, henüz ulaşamamıştır. Bu durumu anlamaya yardımcı olacak bir olgu, aynı şeyi anlatmalarına karşın, yönetim düzeni adı olarak “Demokrasi” sözcüğünün “laiklikten” daha çok kullanılagelmekte olmasıdır.
AKP iktidarının Ayasofya’yı cami olarak hizmete açmasıyla Türkiye’de kimi dinciler tarafından hilafet bahsi açıldı. Cumhuriyet Çınarı’nda uzun uzadıya bahsetmiş olduğunuz üzere, laikliğin saltanat, hilafet ve Tanzimat cenderesinde nasıl inşa edilmiş olduğunu okurlarımıza hatırlatır mısınız?
Demokrasi ya da laikliğin oluşum süreci, Batı Avrupa toplumlarında, burada açıklamamıza gerek olmayan nedenlerle -bilimsel buluşlar ve okyanus-aşırı seferler yapacak ölçüdeki gemiler yapabilme nedenleriyle- tarihsel olarak önce feodal beyler ve krallarla onların askerlerinin (komutanlarının) yerini başta zanaatkârlar (giderek sanayiciler) ve tüccarlarla küçük çiftçilerin alması biçiminde, yani somut, fiziksel gücün el değiştirmesi biçiminde olduğu için algılanması da kolay olmuş, böylece kralların, beylerin ve paşaların değil, “zanaatkârıyla, tüccarıyla, çiftçisiyle halk kitlesinin, yani ‘demos’un egemenliği” anlamındaki demokrasi sözcüğü görece daha kolay yerleşmiştir.
Eski ahlak ve hukukun saygınlığını yitirmesi ise eski teknolojinin yenilenmesindeki kadar, dolayısıyla da nüfusun üretim yapısının değişimindeki kadar hızla olamadığı için, bu erk yapısı değişiminin dinsel düşünüşün yerini pozitif-bilim yöntemiyle düşünmenin alması, yani kilisenin erkinin yerine bilimsel düşüncenin halk kitlelerinde yerleşmesi, böylece hukuku da, yönetimi de eğitimi de, ahlak, felsefe ve sanatın da özgür düşünceyle düzenlenmesi olarak anlaşılmasını vurgulayan “laiklik” kavramının içselleştirilmesi (demokrasi ile aynı şeyi anlatmasına, hatta sözcük olarak bile “laikos = demos” olmasına karşın), o ölçüde kolay olmamıştır.
Türkiye özelinde irdeleyerek sürdürülelim: 1451’de Batı Avrupa’da halk kitlelerinin kullanımına giren basım makinasını 400 yıl yasaklayan, aydınlanma (rönesans) ve dinde-özgürleşme (reformasyon), bilimsel buluşlar, coğrafi keşifler gibi Batı Avrupa’ya dünya egemenliği yollarını açan devinimlerin tümünün dışında kalan Osmanlı yapısı, sömürgeci devletlerin de artık gerçek anlamda toplumsal-ekonomik-kültürel yenileşmesini istemedikleri için güdük çapta kalan 19. yüzyıl Islahat, Tanzimat düzeltimlerine karşın, yine dinsel ve askeri bir yapı olmakta süregitmiş; savaş, baskı ve yıkım üzerine kurulu, sanayi ve hizmetler kesimini oluşturamayan siyasal-toplumsal yapısıyla, demokrasinin/laikliğin zorunlu gereği olan üretken ve ussal (rasyonel) bir yapıya evirilme olanağı bulamamıştı.
Demek ki Türkiye Cumhuriyeti, çağdışı kalıp yıkılmakta olan ve yabancı işgali altına girerek tümden parçalanıp yok olma eşiğine gelmiş bu Osmanlı ortamından Türk ulusunu kurtarmak üzere ve bu duruma düşmesinin nedenlerini de göz önünde tutarak, yaşayabilir, işleyebilir yeni bir çağdaş toplum kurmak zorunluluğunu yerine getiren bir devrimin ürünü olan bir devlet ve toplumdur! Gerçekten de bu yeniden kuruluşun önderi Atatürk, yalnız yönetim aygıtının şu ya da bu özelliğinden ya da ayrıntısından değil, tümüyle toplumun temellerinden değişmesi ve bu değişimin de eskiyi yineleyecek bir yolla değil, yeni temellere dayanarak yapılması zorunluluğunu görmüş ve topluma gösterebilmişti. Türk devriminin ana niteliği budur.
Türk Devrimi, bir yandan devlet, yani yönetim düzenini “Egemenlik kısıtsız ve koşulsuz olarak ulusundur!” ilkesine dayandırmış, TBMM’yi en üst yönetsel erk konumunda tutmuştur, öte yandan da bu ilkenin geniş halk kitlelerince anlaşılarak, özümsenerek benimsenmesi için, bunu sağlayacak kültürel ve ekonomik yapıya ilişkin önlemleri de birlikte almıştır:
• Türkçeyi bilim, inanç, yasa ve yönetim dili yapmayı amaçlayan dil ve yazı devrimleri;
• Her yurttaşa zorunlu kıldığı temel eğitim kurumuna aynı zamanda “yaşamda en doğru yol gösterici bilimdir; bilimin dışında yol gösterici aramak, aymazlıktır, sapkınlıktır” ilkesini temel yapması;
• Böylece “toplum yaşamının akıl ve bilimle düzenlenmesi gerektiğini ve düzenlenebileceğini” tüm yurttaşlarca kavranan bir kültür ögesi yapması;
• Ulusal egemenlik ilkesine karşıtlık yuvaları olan tarikat, tekke vb. örgütlenmelerini önlemesi ve benzeri atılımlarla “ulusal egemenlik” düzeninin “laiklik” yani dinsel baskıcılıktan kurtuluş içeriğini de en sağlam ve en etkin biçimde anlatma ve gerçekleştirme yolunu bulmuş olması!
• Ekonomik yapıyı çağdaş bilim ve teknolojiye dayalı sanayiye, ileri tekniklerle işlediği toprağın sahibi olan eğitimli çiftçilerce yapılan tarıma, demiryolu ve denizyoluna dayalı ulaşıma dönüştürerek,
• Eğitimi de Köy Enstitüleri ve Sanat Liseleri ile geniş halk kitlelerini hem demokratik yönetim düzeninin, hem de çağdaş sanayi toplumunun gerektirdiği bilgi, beceri ve düşünsel değerlerle donatan bir eğitime dönüştürerek:
Nüfusunu işçisi ve çiftçisiyle, mühendisi ve eğitimcisiyle, tüccarı ve sanayicisiyle rasyonel düşünceli bireylerden kurulu, bütünleşmiş bir ulus yapmaya, ülkesini de Ardahan’ı Edirne’siyle, Karadeniz’i Akdeniz’iyle birbirine demiryolları ve denizyolları ile bağlanmış bütünleşmiş bir yurt kılmaya koyulmuştu.
İşte Türk devriminin laik, yani dinsel baskı ögelerinden özgürleşmiş bir devlet ve toplum kurma atılımları böyle toplumsal yapı temelleri üzerine dayalı atılımlardı.
Türkiye Cumhuriyeti’nde hep işbirliği içinde olagelen iç ve dış sömürgen güçler, gerçek niyetleri olan insan hak ve özgürlükleri düşmanlığını, “laikliği dinsizlik” diye karalamak yoluyla yürütmeyi daha kolay bulagelmişlerdir.
Afganistan’da yönetimin emperyalistler tarafından Taliban’a bırakılmasından sonra yeni bir şeriat rejiminin daha oluşması ihtimali kuvvetlendi. Rejimin tahakkümü, cezalandırmaları, akıl almaz uygulamaları ve kaçan insanlar görüldüğünde Türkiye’de tekrar laiklik tartışmaları gündeme geldi. Siz emperyalizm-laiklik karşıtlığını nasıl ifade ediyorsunuz?
“Laiklik ne değildir?” sorusuna dönerek: Türkiye Cumhuriyeti’nde hep işbirliği içinde olagelen iç ve dış sömürgen güçler, gerçek niyetleri olan “ulusal egemenlik düşmanlığını”, yani insan hak ve özgürlükleri düşmanlığını, “laikliği dinsizlik, din düşmanlığı” diye karalamak yoluyla yürütmeği daha kolay bulagelmişlerdir. Çünkü halk kitlelerinin fabrikası, traktörü, treni, bilimle sağlık dağıtan hastaneleriyle “demokrasiyi” algılaması güç değildi; ama toplumu, insanlığı, evreni ussal düşünceyle, yani papaza/şeyhe/hocaya gerek duymadan her yurttaşın anlayıp açıklaması içeriği ile yani laiklik yönüyle ulusal egemenlik düzenini algılayıp içselleştirmek güçtür; uzun zaman ister.
İşte yerlisi ve yabancısıyla el ele veren sömürgeciler, bu güçlüğü sömürerek, laikliği dinsizlik ya da din düşmanlığı” olarak sunmakla, “demokrasi düşmanlığı” yapageldiler.
Örneğin önce “Yeter, söz milletindir!” diyerek siyasal yaşamına başlayan DP yöneticileri, 1950’de iktidar olduktan sonra, Türkiye’de eğitim ve kültür temellerine olduğu kadar Atatürk CHP’sinin sanayileşme ve tarımsal kalkınma temelleri üzerinde de geliştirdiği demokrasinin, yani laikliğin, bütün İslam dünyasını ve özellikle petrol zengini Arap ülkelerini aynı yoldan bağımsızlığa götüreceğini görerek engellemek isteyen ABD-İngiltere sömürgeciliğinin etkisi/özendirmesi altına girdi ve kısa sürede laikliğin, yani gerçekte demokrasinin dinsizlik olarak sunulması dönemini başlattı.
Laik toplum ve devlet oluşumunun bu temel yolları kesildiği gibi bir yandan da 1950’lerden başlayarak, meşruluğunun temelinin laiklik olduğunu yadsıyan siyasal iktidarlar dönemi başladı:
Ezanın Türkçe okunmasının engellenmesiyle laiklik/demokrasi/ulus-egemenliği düzenine karşı başlayan bu açık saldırı dönemi, tarikat şeyhlerinin ellerinin öpülerek seçim propagandaları yapma ve tarikatların yeniden halkın uyanmasının engeli olarak kullanılması, çok-karılı evliliklere göz yumulması, ilkokullarda din dersleri başlatma, giderek imam hatip okullarının bir meslek okulunun sınırlarını aşarak genel eğitim kurumlarına dönüştürülmesi, ilahiyat fakültelerinin sayısının yapay olarak, yani işlevselliği göz ardı edilerek aşırı ölçülere vardırılması, 3-4 yaşından başlayarak anaokullarına dek Kuran Kursu denilen “eğitim” (?) kuruluşlarında ulus çocuklarının beyin gelişimlerine zarar veren ve düşünce yapılarını dinsel (dogmatik) kalıp içine tutsak etmeye yönelik etkinliklerle eğitimin her aşamasının dinselleştirilmesi gibi yol ve yöntemleriyle, yani ussal (rasyonel) düşünüşe, ussal yönetime sırt çevrilerek, gerçekte demokratik yani laik gelişmenin önü kesildi. 1965’den bu yana geçen süre, Türk siyasal yaşamını yeniden Atatürk Cumhuriyeti doğrultusunda ilerletmeyi amaçlayan 27 Mayıs 1961 Anayasası'nı yıkım süreci olarak özetlenebilir.
Bazı çalışmalarınızda İslam’ın laikliğe elvermediği şüphesini irdeliyor ve aslında Türkiye’de yaygın biçimiyle İslam’ın doktrinlerinin gayet laiklikle uyumlu olduğuna işaret ediyor gibisiniz. İslam ülkelerinde laikliğin hususi bir önemi olduğundan bahsedebilir miyiz?
Türk Devrimi, inanç özgürlüğü (laiklik) ilkesine yargısal içerik ve güvencesini de kazandırmıştı: Dinişleri Bakanlığı’nın kaldırılması, laik, bağımsız yargı kurumunun kurulması. Bunlar “inanç özgürlüğünün” düşüncelere derin biçimde yerleşmesini sağlayacak atılımlardı. Türk Medeni Yasası, Türk Ceza Yasası, TCK 141-142 ile 163 maddeleri, bu güvencelerin başlıcaları olmuştur. Ne yazık ki, 1991’de TCK 141-142 ile 163 maddelerinin takas edilerek kaldırılması, laikliğin yargısal güvencesini kaldırmıştır! Oysa Türk Devrimi, toplumumuzun yönünü yitirmemesi, türlü bencilliklerin, türlü bağdaşmaz düşüncelerin savaş ortamına dönüşmemesi için, düşünceler arasında ortak bir dayanak kalmaması durumuna yol açmamak için gerekli önlemleri de almıştı. Yıkılmakta olan eski inanç ve düşünüş biçimlerinin yerini boş bırakamıyor, tersine bilim, ulusal egemenlik, özgür ahlak ve felsefe, özgür sanat değerlerini koyuyordu. Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kuruluşu eşliğinde gerçekleştirilen dil ve yazı devrimi, tarih devrimi de bu amaca yönelik idiler.
Bu bağlamda, Türk Devriminin önderi, İslam dininin demokrasiye/laikliğe karşıt değil, ona açık, onu benimseyen bir din olduğunu da özenle belirtmiştir: Kuranı Türkçeye çevirtmek, hutbelerin Türkçe ve güncel konularla bağlantısı kurularak okunmasının sağlanması, cami ve kutsal yerlerin hizmete açık tutulmak üzere bakımlarının yapılması bunun somut kanıtları olduktan başka, Atatürk’ün kendisi de İslam peygamberinin “son” peygamber olmasına, bu dinin “her insanı göksel esinlerle temas yeteneğine sahip” saydığına, hiçbir aracı makam ya da kişiye yer tanımadığına özellikle işaret etmiştir. “Camilerin tapınma ile birlikte dünya için de neler yapılmak gerektiğini düşünmek, yani görüşüp danışmak için yapıldığına” işaret eder. “Minberlerden yankılanacak sözlerin bilinip anlaşılması ve tekniğin ve bilimin gerçeklerine uygun olmasının” İslam’ın gereği olduğunu vurgular. İslam dininde Tanrı’nın muradını anlayıp açıklamak ayrıcalığına sahip bir sınıf insana (din adamı=rahip) yer olmadığına, tam tersine böyle bir savda bulunmanın tanrıya ortaklık gibi bağışlanmaz günah sayıldığına, her insana düşünce özgürlüğü tanıdığına ve bunun yüksek değerine özellikle vurgu yapar. Akıl ve mantığındaki aykırı bir buyruğu olmadığının altını çizer. Cumhuriyet, İslam’ın bilimi Çin’de bile olsa aranmasını buyuran bir din olduğunu hep vurgulamıştır.
Son olarak bugüne ilişkin değerlendirmeniz nedir?
AKP yönetici kadroları, kendileri laiklik, yani özgürlük karşıtı iken, “her düşünceye sınırsız özgürlük” aldatmacasını demokrasinin gereği diye sunan, kendileri gibi özgürlük karşıtı olan bir kısım “solcular” ve inançsız, çıkarcı politikacılarla elbirliği edip örgütlenme hakkına kavuştuktan ve yüzde 34 gibi bir oyla iktidar olduktan sonra, artan bir şiddetle laiklik, yani demokrasi kıyımına girişti ve bugünkü TBMM’yi etkisiz kılan, hukuk-özgürlük-bağımsız yargı-tarafsız kamu yönetimi, hatta sorumsuz dış politika tanımayan “kişi yönetimi” uygulamalarına sürükledi.