Tektipleşmeye inat yeniden sokağın, geçmişin, şimdinin ve geleceğin hikâyelerini anlatmanın yollarını araştırmayı önüne koyması gerekiyor yazarların. O zaman kısır intihal, özgünlük tartışmaları yerine gerçekten edebiyat konuşmaları yapabiliriz.

Özgünlük, postmodernizm ve şimdi
José Saramago, Arundhati Roy, Javier Marias, Olga Tokarczuk, J. M. Coetzee

Doğuş SARPKAYA

Geçen aylarda bir yazarın bir başkasını intihal ile suçlamasından sonra yeniden merkeze yerleşen kavramlardan biri oldu özgünlük. Buna ek olarak aslında benzer konuların işlenebileceği, birbirinden bağımsız olarak yazarların aynı içeriğe yönelebilecekleri, içerikten çok biçime odaklanmamız gerektiğine dair pek çok değerlendirme yapıldı. Bu tartışmanın külleri soğumuş olsa da özgünlük, intihal, esinlenme ve çalıntılama gibi sıklıkla tartışılan kelimelerin yönünü aynı yöne çeviren yazarların sayısının artması nedeniyle önümüzdeki günlerde yeniden gündem oluşturacağı aşikâr.

Bu tartışmalar başladığında nokta atışı değerlendirmelerden birini Ahmet Büke yaptı: “Edebiyattan hikâyeyi kovarsanız geriye dik duramayan boş bir çuval kalır. Bugün edebiyatın krizi, artık okurunun yazan ya da yazmayı düşünen, tez vakitte yazacak insanlardan oluşması. Sadece edebiyat zevki için, bu dünyaya tutkun “düz” okuru boğduk, vazgeçirdik.” (8 Eylül tarihli Tweet serisinin tamamına bakmanızı öneririm.) Büke, bugünün yazarları ve yazar adaylarının iç dökümü anlatılarına bu kadar yönelmesinin bir kısır döngü yarattığına, bunun da edebi ortamı çölleştirdiğine vurgu yapıyordu tweet serisinin devamında. Neredeyse 2000’lerin başından bu yana, edebiyat kamusunun dağıldığını, bu dağılmayla birlikte yazarın sokaklardan uzaklaşmaya başladığını tespit eden A. Ömer Türkeş’in sözleriyle birlikte düşündüğümüzde bu durumun edebiyatımız için yapısal bir soruna dönüşme eğiliminde olduğunu da söyleyebiliriz.

POSTMODERNİZMİN ETKİLERİ

Aslında tüm bu tespitler bir adım önce yaşananlarla doğrudan alakalı. 1990’larla birlikte kültürel ortamımıza sızmaya başlayan post modernizm, bir noktada edebiyata bakışı da değiştirmeye başladı. Bunda toplumu birleştirici ve dönüştürücü büyük anlatılara inançsızlığın, başyapıtların, hatta yeni, özgün eser üretilmesinin olanaksızlığına yapılan vurgunun etkili olduğunu görmemek mümkün değil. Çünkü post modernizm, tam da bu yolla içe dönüşün kaçınılmazlığına vurgu yapıyor, bireysel ile toplumsalın, tikel ile evrenselin diyalektik ilişkisinin görünmez kılınmasına hizmet ediyordu.

Buna paralel olarak özgünlüğün imkânsızlığının kabulü de bir süre esinlenme görünümlü çalıntılamanın  meşru kabul edilmesine zemin hazırladı. Edebiyatı sadece performansa indirgeyen, hikâyenin nasıl aktarılacağına odaklanan bir teknikçilik tüm dünyada egemen oldu. Bu durumu, sürecin olumsuz doğal sonucu biçiminde değerlendirmemiz yeterli mi? Sanmıyorum. Teknik olanakların çoğullaşması, pek çok yazara hikâyelerini anlatabilecekleri yeni alanlar yaratmayı başardı. Kurmacanın öğeleriyle özgürce oynayabilecekleri, böylece hikâyelerinin etkilerini artıracaklarını biliyordu nitelikli yazarlar. Fakat edebiyat ortamına doğrudan olumsuz etkisi hikâyenin önemsizleştirilmesi oldu.

İNADINA EDEBİYAT

Ne var ki vasatlıkta eşitlenmeyi kabul etmeyen, inadına nitelikli edebiyatın peşinde olan; üstelik edebiyatta özgünlüğün hem fikrin yeniliğine hem de biçimin biricikliğine bağlı olduğunu bilerek kaleminin ucunu açan bir yazar kuşağının oluşması da kaçınılmazdı. “Büyük anlatılar bitti, artık başyapıtyazılamaz” nidaları arasında çağdaşımız olan pek çok yazarın büyük eserlerini okuduk. Bu büyük eserler hem kurmacanın kurucu ustalarına olan borçlarını sahiplendiler hem de kendilerine yeni yollar açmayı başardılar. Daha önce “Umut” temalı bir yazıda belirttiğim gibi:  Albert Camus’nün ünlü “edebiyat olan yerde umut vardır” cümlesini haklı çıkaracak bir sürü isim saymamız, çağdaşımız olup, ileriki kuşaklarda da okunacak eserler kaleme alan pek çok yazardan bahsetmemiz mümkün: José Saramago, J. M. Coetzee, Arundhati Roy, Javier Marías, Ngũgĩ wa Thiong'o, Evilio Rosero, Olga Tokarczuk, Alejandro Zambra, Tom McCarthy, Elena Ferrante... liste uzayıp gider.

Bana göre 2000’li yılların başında ilk öykülerini yayımlamaya başlayan ve bence tüm heterojenliğine ragmen 2000’li yıllar öykücüleri olarak anmayı sevdiğim yazar kuşağı da el yordamıyla postmodern etkiyi bertaraf etmeye çalıştı. Bu kuşağın verimlerinin edebiyatımız açısından yüz akı olduğunu söylemeliyim.

UMUT AZALDIKÇA

2020’lere yaklaştığımızda ise bir ülkenin travmalar yaratabilme sınırlarını aşan gelişmeleriyle karşı karşıya kaldık. Bir şeylerin değişeceğine dair beklentilerin sürekli yenilgiye uğratıldığı bu dönemde, ne geçmişiyle hesaplaşan ne gelecek tahayyülü olan, şimdinin egemenliğine kendini teslim etmeye gönüllü bir kuşağın verimleri bizi yeniden özgünlük tartışmasına doğru sürüklemeye başladı. İçe dönüşün, bireysel kurtuluşun retro edebi moda yaratması, post modernizmin etkilerinin hâlâ silinmediğini gösteriyor. Benzer temalar, dertler etrafında dönen anlatılar, ister istemez tektipleşmeye başlayan konu kalıplarının yaratılmasına hizmet ediyor. Yazarlar ya da yazar adayları gündelik hayatlarında toplumsal yaşamdan uzaklaştıkça,  kendi steril ortamlarında vakit geçirdikçe, tüm dünyanın bulundukları noktayla sınırlı olduğunu düşünmeye başlayabiliyorlar. Bu da deneyimlerin artmasını ketliyor ve edebi üretimin beslendiği kaynakları günden güne kurutuyor.

Aslında bugün özgünlük değil yaşantısızlık sorunu yaşıyoruz diyebiliriz. Sokaktan, sıradan ve sahici insan ilişkilerinden, bir şeylerin güzelleşebileceğine dair umuttan beslenmeyen bir edebi ortamın yeni bir şeyler vaat edebilmesi mümkün değil. Bu yüzden tektipleşmeye inat yeniden sokağın, geçmişin, şimdinin ve geleceğin hikâyelerini anlatmanın yollarını araştırmayı önüne koyması gerekiyor yazarların. O zaman kısır intihal, özgünlük tartışmaları yerine gerçekten edebiyat konuşmaları yapabiliriz.