Hep birlikte camiyle kışla ideolojisi arasına sıkıştırılmış ve sıkışmış bir toplumun güncel acılarını izliyoruz. Bayrak milliyetçiliği...

Hep birlikte camiyle kışla ideolojisi arasına sıkıştırılmış ve sıkışmış bir toplumun güncel acılarını izliyoruz. Bayrak milliyetçiliği ve laikliğiyle dini bağnazcılık havzasında hapsolmuş bir tablo karşımızdaki. Hep aynı oyuna kilitlenmiş bir siyasal sahnenin farklı oyuncularla farklı perdeleri sergileniyor. Hep gidişatta sorumluluk payları hiç de az olmayan Türkiye halkları, yine büyük ölçüde izleyici konumunda.
Sadece Türkiye halkları değil, Türkiye solu da affedilemeyecek şekilde izleyici konumunda.
Son perdenin oyuncuları  AKP ve Ergenekon çetesi: Tutuklananlar arasında general de var. Derin devlet örümceklerinden, kontrgerilla eğitimli, Kürtlere karşı kirli savaş yönetcisi, Susurlukçulardan... Demek ki general de tutuklanabiliyormuş Türkiye’de!
Nasıl bu duruma düşüldü? Bu sorunun cevabı çok boyutlu! Uluslararası düzeyde köklü dönüşümler yaşandı. Dünya kapitalist sistemi, Marxçı düşünceyi meşruiyet ideolojisi haline indirgeyen reel sosyalizmin çöküşü sonrasında yeni mevziler edinerek, kazanılmış haklara yönelik topyekûn saldırılara yöneldi. İnsanlık için canlı bir kurtuluş felsefesi olan sosyalizmi, dondurulmuş bir bürokratik egemenlik ideolojisine dönüştüren sistemin çöküşü, sömürülen kitlelerin başka bir dünyaya olan özleminin somut ütopyasını da sorgulanır hale getirdi. Kapitalizm sonrası nasıl bir toplum projesi, dolayısıyla bugünün direnişlerinde geçmiş mücadelelerden ders çıkarılarak yeniden inşa edilmek zorunda olan canalıcı bir görev. Ancak genel olarak dünya halklarını ilgilendiren bu uluslararası boyut üzerinde durmayacağım.
Türkiye açısından bakıldığında içine düşünülen durumu açıklarken, temel faktör 12 Eylül rejimidir. 12 Eylül cuntasının terörünü ve vahşetini burada sayılarla belgelemeye gerek yok sanırım. Bir iddianamenin parçaları olabilecek bu belgeler, eleştirel aklını güncel sahneye hapsetmemiş herkesin bilincinde ve vicdanında.
Resmi tarih politikası, hafızaları ihtiyaçları doğrultusunda şekillemeye devam ediyor. Türkiye halklarının kolektif hafızası ise dumura uğratılmış vaziyette. Egemen tarih, olan değildir, devletin tüm ideolojik aygıtlarıyla anlatılan, sürekli tekrarlama yöntemiyle bilinçlere yerleştirilenlerdir. Bugün Türkiye’de insanlar, sadece ekonomik kriz nedeniyle değil, tarihsel anı ve tecrübelerinin değersizleştirilmesinden dolayı da tam bir yönelimsizlik içindedir.
Türkiye’de bütün bir toplumu tepeden tırnağa yeniden düzenleyen 12 Eylül rejimi, Türkiye halklarının vicdanında yargılanmadığı sürece bir adım ileri atılamaz. 12 Eylül döneminin azgın suçluları kariyer yaparken, siyasal terörün mağdurları halen kurban konumunda olmaya devam ediyor. 12 Eylül rejiminin kör şiddeti ve korku havası, gündelik hayatın patalojilerinin kitlesel olarak açığa çıkmasına, sosyal kimliklerin sarsıntıya uğramasına, soyut kimlik odaklı çatışmaların derinleşmesine yol açtı.  Ulus mu? Cami mi? Din mi? Alevilik mi? Ordu mu? Laiklik mi? Ulus devletin bayrağı mı? Bu kimlik odaklaşmaları, 12 Eylül rejiminin sıkıştırdığı bir toplumun, azgın kapitalizm koşullarında aldatılmasına hizmet eden amorf tekliflerdir. Ulusta özgürlük yoktur, cami ve dinde özgürlük yoktur, ordu ve sahte laiklikte özgürlük yoktur. Bayrak yürüyüşlerinde özgürlük yoktur! Eşitlik ise hiç mi hiç! Eleştirel demokrasi ise hiç mi hiç!
Nasıl olur da  tarihinin en kapsamlı ekonomik ve siyasal saldırılarına maruz kalan emekçi sınıflar, efsanevi Ergenekon kırıntısı kışlacıların bayrak yürüyüşlerine ve İslamcılığa hapsedilebilir? Nasıl olur da alım güçleri budanan, gelir düzeyleri mutlak tarzda düşürülen, emeklilik yasası adı altında sömürü çarkına 60 yaşının ortalarına kadar hapsedilenler, somut ve toplumsal gündelik dertlerinin çözümüyle değil, soyut sahte laiklik ve caminin ve Cemevinin Allah terörüne hapsedilebilir? İnsanlar somut gerçeklerinden bu kadar nasıl uzaklaşabilir, uzaklaştırılabilir?
1980’lerde yüzde 70’i kırsalda yaşayan bir toplumun, kirli savaş ve ekonomik soygun sonucu ezici çoğunluğunun şehirlerde sürünmeye başladığı bir dönemde, yaşam kavgasının toplumsal rengi nasıl soyut bayrak ve din tapınmacılığıyla örtülebilir? Devlet ve din ideolojisi somut gerçeğin önüne nasıl set çekebilir? Sahte ideoloji ve tarih bilgisiyle eğitilen 12 Eylül gençliği, eleştirel ruhtan nasıl bu kadar yoksun bırakılabilir? Gençliğin düşünme ve yeni bir dünya kurma arzusu nasıl bu kadar kaybettirilebilir? Gelecek dünyanın kendileri olduğu bilinci nasıl bu kadar körertilebilir? Darbeci Kenan Evren’i üniversitede nasıl alkışlayabilir?
Korku, güvensizlik, lakaytlık, duygusal ve fikri yorgunluk, sıradan davranış ve düşünüşler, kişiliksizlik, kültürsüzlük, etik bunalım nasıl bu kadar egemen hale gelebilir?
Bu soruların yanıtını ve anahtarını 12 Eylül rejiminde aramak gerekir. 12 Eylül’dür toplumsal kıpırdanmaları  din ve kışla çözümüne kilitleyen, somut dünyayı ideolojik prensiplere hapseden, somut insanı, soyut mümin ve askere, soyut alevi ve sahte laikliğe mahkûm eden!
Pekala  toplumun ve tek tek bireylerin bu duruma düşmesinde solcuların payı yok mu?
Unutmak ve unutturmak, 12 Eylül terörünün sonucunu normalite olarak sunmak, elbetteki egemen güçlerin çıkarınadır! Ancak 12 Eylül rejimiyle hesaplaşmayı gündeminin merkezine oturtmaktan kaçan bir sola emekçi güçler nasıl güvenebilir? Kendisine yapılan işkencenin, idamların, sokak ortasında faili meçhul cinayetlerin hesabını sormayan, hesap sorup yargılamayı gündeminin merkezine oturtmayan bir sola nasıl güvenebilir kitleler? Türkiye tarihinin en derin toplumsal yaralarının sorumluları, bu yaraları örtbas ederken, örtbas edilen toplumsal yaraların yeniden ve yeniden patlayacağını bilmeyen bir sola nasıl güvenebilir toplum? Toplum 12 Eylül kâbusunu yaşarken, geçmiş koordinatların yarattığı bölünmelerle meşgul bir sola nasıl güvenebilir 12 Eylül’ün mağdurları?
12 Eylül rejimiyle hesaplaşmayı, 12 Eylül zihniyetini kurum ve kuruluşlarıyla Edirne’den Kars’a kadar, okullardan polise kadar, üniversitelerden işkence yuvalarına kadar yargılamayı, yargıdan medyaya kadar mahkûm etmeyi, Anayasası’ndan ihbarcı muhtarına kadar sorgulamayı temel hedef haline getirmeyen, bu sorgulama ve yargılama hareketini hayatın içinde, sokaklarda, mağdurların katılımıyla güçlü bir dalga haline getirmekten kaçınan bir solun soyut özgürlük, demokrasi ve gelecek sosyalist toplum söylevine nasıl güven duyabilir mağdurlar?
Latin Amerika’da, Afrika’da, Avrupa’da, Asya’da sol, karanlık askeri rejimler sonrasında böyle mi gelişmiştir? Elbette ki hayır! Yunanistan cuntacıları yargılanmıştır, İspanya’da, Portekiz’de hesap sormak ilk gündem maddesi olmuştur, Güney Afrika’da ve Guatemala’da gerçek komisyonları, Şili’de mahkemeler gündeme gelmiştir. Brezilya’da, Arjantin’de, Uruguay’da hesap sorulmuştur.
ABD Başkanı Clinton Yunanistan’dan cuntaya verdikleri destekten dolayı özür dilemişti. Özür dilenmeyi hak etmiş bir ülke haline gelmek için, 12 Eylül rejimini ve suçlularını yargılamak gerekir.  12 Eylül’ü yargılamak, suçluları mevcut yargıya havale etmek demek değildir. Suçluların fiziki yargılanması da değildir temel sorun. 12 Eylül’ü yargılamak, en küçük yerelden ülke geneline kadar tam bir toplumsal-siyasi-kültürel-ekonomik ve ahlaki hesaplaşma süreci yaşamak demektir. 12 Eylül’ün cuntacılarını, MGK’yi, MİT’i, YÖK’ü, Yüksek Hakem Kurulu’nu, işkenceci polis teşkilatını, eğitim alanını budayan sivil hizmetçileri kim yargılayacak? Evet, 12 Eylül rejimini kim yargılayacak?
Özgür toplum, özgür insan  biraz da buradan doğacaktır.