Aslında ismini bile koyamadığımız şeyleri özledik. Beyoğlu’nda kafamızdaki karmaşayla yürürken, Galata’da kaybolmayı isterken, Kadıköy’de

Aslında ismini bile koyamadığımız şeyleri özledik. Beyoğlu’nda kafamızdaki karmaşayla yürürken, Galata’da kaybolmayı isterken, Kadıköy’de bir arka sokakta Moda’ya doğru yol alırken farkettik belki de... Mesela Haldun Taner Tiyatrosu’nun ya da Atatürk Kültür Merkezi’nin önünde verdiğimiz buluşmaları özledik. Birimiz sağ köşede beklerken diğerimiz ağacın altına çöktüğünden, birbirimizi, birbirimizden habersiz, uzun süren dakikalar boyunca aynı yerde farklı köşelerde beklememizi özledik. İnternet yoktu, cep telefonları yeni yeni çıkmıştı. Çok fazla dizi yoktu. Süper Baba’yı izleyebilmek için cuma akşamlarını iple çekerdik. Seksenlerin sonunda çocuk olup doksanlarda büyümeye başlayan bir kuşağın Susam Sokağı’ndan sonra aynı hevesle izlediği bir diziydi Süper Baba. Bir de on onbeş kişi toplanıp konserlere giderdik. Korsan kaset yoktu daha o zamanlar. Yeni bir kaset çıkmadan radyoda çalınmaya başlardı yeni şarkılar. Boş ya da dinlenilmeyen kasetlere kaydederdik bu şarkıları. Hızla değişiyordu herşey. Biz farkında bile değildik. Kıyafetlerin de çok bir önemi yoktu. Bir kot, bir kazak, bir asker postalından ibaretti giyilenler.
Bu dönemlerde büyüyen bizler, o dönemin şarkılarını hep çok fazla sahiplendik. Hep özledik. Parliament Pazar gecesi sinemasında izledik haftalık filmlerimizi. Çoğunun sonunu getiremeden kapanıverdi çocuk gözlerimiz. Linda Ronstadt’ın All My Life şarkısını dinleyip de aklına hemen pazar gecesi sineması gelen bir kuşak bizimkisi; hala o yılların filmlerini bıkmadan izleyebilen, en basit, en saçmasını bile içten içe sevmekten vazgeçemeyen. Gösterişten uzak, hayallerinin gerçek olacağına bir zamanlar yürekten inanmış, özlediği şeyleri doksanlı yıllarla birlikte kaybetmiş bir kuşak; tadını başka yıllarda, başka müziklerde, başka aşklarda bulamayan. Ne seksenli yılları ne de ikibinleri sahiplenenlere doksanların ne kadar öyle, ne kadar böyle olduğunu anlatamayan bir on yıla herşeyi sığdırabilmiş bir kuşak olarak özledik birşeyleri. O zamanlarda yaşarken altmışlı, yetmişli yıllarda genç olmaya özlendik. Yine de internetsiz, telefonsuz, dizisiz, herşeyin istediğmiz an istediğimiz şekilde olmasını istemeden yapamadık. Ama özledik işte. Şimdi kapanmış olan cafelere gidip arkadaşlara raslamayı, Kadıköy sahilinde simit ve çay eşliğinde ettiğimiz sohbetleri... Aslında bakıldığında başkaları tarafından önemsiz gibi olan bu ayrıntılar bizim yaşamımızdı. Moda sahili değişmemişken, biz değişmemişken geçen yıllardı bunlar. Bir geçiş dönemiydi belki de, bir popüler kültür başlangıcıydı. Yine de sevdik. Pazar günlerinin ütü bıkkınlığı, yarım kalan bir sinema keyfi, bir banyo telaşı, bir okul öncesi huzursuzluğu gibi geldi merakla bekledğimiz ikibinler. Biz cumalarda, cumartesilerde kaldık. Şimdi bu geçmiş özlemi, bu tutkulu aşk arayışları, tutunamazlıklar o yıllarda çocuk olan, o yıllarda büyümeye başlayanlarda görülen bir hastalık gibidir. Eleştirilecek çok yönü olsa da çocukluğumuzdur o yıllar, gençliğimizdir. Müzikleri güzeldir. Filmleri unutulmazdır. Aşkları başkadır. Ne söyleseniz söyleyin biz o yılları özlemeye devam edeceğiz. Kötü bir filmi inadına seveceğiz.
Özledik bir şeyleri...