Palyaço Balık; Hayattan Naif Bir Kesit
GİZEM BİLKAY
Ayşegül Nesin’in ilk öykü kitabı Palyaço Balık kitabı bir çırpıda okunan kısa hikayelerden oluşuyor.
Öyküseverler bu dediğime katılırlar mı bilmiyorum ama her şeyin en dolambaçlı yöntemle anlatıldığı günümüzde, kısa ve temiz bir öykü okumak git gide zorlaşıyor. Bu yüzden kitaptaki hikayeleri yüzümde küçük bir tebessümle, heyecanlanarak okudum. Bir pavyon şarkıcısı, işten sabaha karşı çıkıp banka oturup bir sigara yaktığında ne düşünür? Akraba evliliğinden dünyaya gelmiş bir çocuk, engelli olmayı nasıl algılar? Kaf Dağı’ndaki Anka kuşunun hikayesini dinleyen çocuklar düşlerinde ne görür? Karakterlerin anlatımın önüne geçtiği bu kitapta, sıradan görünen insanların sıradan olmayan dünyalarına konuk oluyoruz. Hayatın içinden rastgele seçilmiş gibi görünen bu karakterlerin aslında her an her yerde karşılaştığımız insanlar olma fikri kulağa güzel geliyor. Son ada vapurunda göz göze gelen bir kadın ve bir erkek, yanından geçip gittiğimiz bir trafik polisi, torununun kolunda mezarlık ziyaretine gelen bir anneanne gibi.. Hikayelerde mutluluk ve hüzün hep bir arada, değişen mevsimler gibi birkaç sayfada bize birkaç duyguyu bir arada yaşatıyor yazar, bazen tam karakterlere alışacakken öykü bitiveriyor, keşke biraz daha devam etseydi diyoruz. Bazen de fırçayı şöyle bir sürüveren ressam gibi, hafifçe dokundurup bitiriyor biz daha ne olduğunu anlayamadan, öykünün devamını hayal gücümüze bırakıyor. Vapur, deniz, ada, erguvan kokuları, renkler. Her öykü mutlaka birkaç duyumuza birden hitap ediyor, kah vapurda çay yudumluyoruz, kah adada bisiklet sürüyoruz. Her rengin hikayesi bile var, Lila’da hüzün, Gri’de ayrılık, Siyah’da ölüm var. Bazen ‘’poyraz sağlam estiğinden, denizden gelen dalga sesleri bütün gece uyutmuyor’’, bazen de birisi ‘’yosun kokusuyla çam ağaçlarından gelen bol oksijeni içine çekiyor.’’ Pastoral tasvirler öykünün gerçekliğini pekiştirirken, anlatıyı da salt bir duygu akışı olmaktan çıkarıyor.
‘’Zehra, ertesi gün adanın en yüksek tepesinin bulunduğu yere götürmüştü Can’ı. Tüm ada ve diğer koylar sanki ellerini uzatsalar tutulacak kadar yakın gelmişti onlara. Kendilerini çimenlerin üzerine bırakıp hiç konuşmadan bir müddet sessizliği dinlemişlerdi. Ufuk çizgisinde gördükleri mavinin tonları, turkuazla iç içeydi. El ele verip yamaçtan aşağı inerlerken akşam için duyurusu yapılmış olan diğer koydaki dans yarışmasına çift olarak katılmaya karar vermişlerdi. Çay bahçesindeki koca çınarın altında kurulan dans komitesine isimlerini yazdırmışlardı. Sonsuza dek hiç ayrılmayacak gibi mutluydular. Aralarında oluşan arkadaşlık giderek yerini aşka bırakıyordu.’’ Öykülerden bazılarındaki karakterler ve diyaloglar o kadar naif ki, salon vitrininde duran ve kullanmaya kıyamadığımız porselenleri hatırlatıyorlar. Eski bir fotoğrafa bakarken, eski bir filmi izlerken iç çekip ‘kaldı mı böyle aşklar’ dediğimiz bir dünyayı özler gibi hep tasvirler. Kitaptaki kadınların ve erkeklerin tanışma biçimleri, aşkların dile getirilişi, evlilikler ve ayrılığa dair düşünceler yazık ki günümüz dünyasıyla hiç örtüşmüyor. Bu anlamda karakterlerin, yazarın kendi düşleminde ve özleminde yaşattığı nostaljik bir dünyada yaşadıklarını söyleyebilir miyiz? Belki de. Bütün öykülerin arasında beni en çok etkileyen Mavi oluyor. Kısacık bir gün, bolca iç ses, birçok imge. ‘’Sohbet edeceği masaya oturdu, anlatmaya başladı tekrar. Ne kadar değişti her şey, diye mırıldandı. Birden üstüne bulut düştü, masalar dolu mu boş mu göremedi, konuşması yarım kaldı.’’ Yazar yine de üstümüze düşen bütün bulutlara rağmen günün sonunda içimizi ısıtmayı başarıyor. Güneşli bir İstanbul öğleden sonrası, hazır mevsim baharken, pencere kenarına kurulup bir fincan çay veya kahveyle okunacak güzel bir kitap çıkıyor ortaya.