Bu yıla, “diri diri gömülen insanlar”la başladı sinemamız. Önce “Bir Zamanlar Anadolu’da”da bu duruma rastladık, diri diri gömülen birinin mezarını aradık polislerle birlikte...

Bu yıla, “diri diri gömülen insanlar”la başladı sinemamız. Önce “Bir Zamanlar Anadolu’da”da bu duruma rastladık,  diri diri gömülen birinin mezarını aradık polislerle birlikte. Şimdi aynı durumla Behzat Ç.’de karşılaşıyoruz. Belki de Türkiye için şahane bir metafor bu: Diri diri gömülmüşüz hepimiz ve belki de bu yüzden en ufak bir pırıltıda sevinç çığlıkları atıyoruz.

Ne diziyi ne de kitapları bilen biri olarak gittim “Behzat Ç, Seni Kalbime Gömdüm”ün galasına. Dizi seyretmiyorum; dizi seyretme girişimlerim derhal afakanlar basmasıyla sonuçlanıyor çünkü. Dizi estetiğini hiç beğenmiyorum.
Ne yazık ki, bu estetikten kaçmak giderek zorlaşıyor çünkü dizi çeken yönetmenler dizi estetiğini sinemaya da taşımaya başladılar. Aslında dizi estetiği filan derken önemli bir şeyden söz etmiş gibi oluyoruz, yok öyle bir şey. Dizi estetiği genelde şöyle bir şey oluyor: Manav tezgâhı gibi ışıklandırılmış sahneler, çirkin bir geniş açı, zevksiz renkler, bayağı, iç kıyıcı, manipülatif  bir müzik…
Adana’da Altın Koza’yı kazanan ‘Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi’ büyük ölçüde televizyon estetiğiyle yapılmış bir filmdi. ‘Behzat Ç., SKG’ de aynı çizgiden devam ediyor. İki filmin bir başka ortak yanları daha var. O da ikisinin de bir şeylere muhalefet etmesi ama bu muhalefetin devletin ideolojisiyle aslında çatışan bir yanı olmaması. Hatta çatışmayı bir kenara bırakalım, iki film de devlet ideolojisiyle aynı telden çalıyorlar. “Celal Tan…”ı zamanı gelince ele almak üzere bir kanara bırakalım. ‘Behzat Ç.’ filmi, devletin içinde ‘geçmişte’ bir takım yapılanmaların olduğunu söylüyor; resmi ideoloji de bunu söylüyor. Filmde, ‘geçmişte’ oluşmuş ve bugün bir şekilde etkinliğini sürdüren devlet içi gizli yapılanmalar günümüzün sevimli polislerince açığa çıkarılıyor! Peki bu yapıların bugün polis teşkilatının adının en çok birlikte anıldığı, “adını ananları yakan” yapılarla bir alakası var mı? Olsa, Behzat Ç. diye bir film olmazdı ki! Peki filmin ‘nihayetinde’ sapığı ve katilleri kimler? İşkence gördüğü için delirmiş devrimciler ya da katledilmiş devrimcilerin çocukları. Evet, durup dururken ruh sağlıklarını yitirmemişler; ‘geçmiş’in kötü polisleri, ‘geçmişte’ bu insanların ailelerine ya da kendilerine kötü şeyler yapmış, bu nedenle sapıtmışlar... Ama sonuçta geçmişte yapılan kötülükler, sözel olarak karşımıza çıkarken, gözlerimizle gördüğümüz şey bu ‘hasta’ insanların işlediği cinayetler. Ya başkalarının tetikçisi olarak ya da şeytani planlarının bir parçası olarak cinayet işliyorken görüyoruz devrimcilikle ilişkili insanları.  Görmekle dinlemek arasında büyük fark var. Onlara yapılan kötülükler bir kulağımızdan girip diğerinden çıkarken onların yaptıkları kötülükler filme damgasını vuruyor. Yaptıkları içinde iyi bir şey ise ne yazık ki yok! Devrimcilerin çocukları ya da kendileri sapıtabilir elbette. Ama bir filmin mikro-kosmosu içinde solculuk aslen bu yanıyla varsa, bunun anlamı başka olur. Ne yazık ki, günümüzün iyi polislerinin eskinin kötü polislerini temizlediğini, polisin ‘eskiden’  solculara yargısız infaz yaptığını ve işkence ettiğini söylemek, fakat bugünü olabildiğince sempatik göstermek yetmediği gibi yanıltıcı da. 
 Filmin psikolojik derinliğine gelirsek, aklıma en çok Can Barslan’ın Terelelli Pictures’ı geldi. Barslan’ın bu ‘çizgi romanları’nda sapık bir katil, geçmişte kendisine ya da ailesine yapılanların intikamını alırdı. Komiktiler. Karikatür için yeterli derinlikteydiler. ‘Behzat Ç. SKG’deki öykü, Barslan’ın ‘Terelelli Pictures’ından bir nebze daha derin değil. ‘Behzat Ç, SKG’nin çakma ‘Se7en’ kokan bir havası da var.
Behzat Ç’yi oynayan Erdal Beşikçioğlu yakışıklı bir adam, kadın polisler de (Cansu Dere vb) de çekiciler. Saf ve pek de zeki olmayan yardımcı kadro da pek sevimli. Onlar işkence ettikçe, seyirci pek gülüyor! Fakat Behzat Ç.’nin en ağır işkence yaptığı sahne öyle bir kurgulanmış ki, Behzat Ç, sahnenin sonunda mağdur ve ezilmiş adam konumunda kalıyor. Çünkü kötü şefi gelip Behzat’ın yetkilerini alıyor. Ağız tadıyla bir işkence edemiyor Behzat. Seyirciye, yahu bu adam düpedüz, acımasızca işkence yapıyordu deme fırsatı vermeden sahne Behzat’ı zalim konumundan çıkartıp, mazlum yapıveriyor. Film Behzat’ın yaptığı işkencenin işkence gibi algılanmamasını sağlıyor. İşkence sadece geçmişteki kötü polislerin yaptığı bir şey olarak var. Bir de polisin bugünkü uygulamaları filmde yok. Behzat ve arkadaşları zanlıları dövmek dışında bir yöntem bilmediklerini söylüyorlar. Oysa polisimizin geldiği noktayı, “Büyük Birader”in her şeyi gören gözlerini ve her şeyi dinleyen kulaklarını küçümsüyor bu durum.
Kameranın kadına bakışındaki röntgenci yaklaşıma da değinmek lazım. Kamera Cansu Dere’nin bacakları üzerinde gezinirken, seyirciyi tam anlamıyla röntgenci konumuna sokuyor. Behzat Ç.’nin cinsel ilişkiden anladığının, kadını kirletmek olduğunu da söylemekte yarar var fakat bu sadece bir saptama, filme yönelik bir eleştiri değil. Behzat, sevmediği kadınlarla yatabilen, sevmediği için onları “kirletebilen”, sevdiği kadında ise kendi kızını gören ve dolayısıyla onu “kirletemeyen” biri. Bu da Behzat’ın Ödipal karmaşasına dair bir şeyler söylüyor. Ensest yaşayamayacağına göre, “sert” cinselliği tercih ediyor Behzat. Bu yıla, “diri diri gömülen insanlar”la başladı sinemamız. Önce “Bir Zamanlar Anadolu’da”da bu duruma rastladık,  diri diri gömülen birinin mezarını aradık polislerle birlikte. Şimdi aynı durumla Behzat Ç.’de karşılaşıyoruz. Belki de Türkiye için şahane bir metafor bu: Diri diri gömülmüşüz hepimiz ve belki de bu yüzden en ufak bir pırıltıda sevinç çığlıkları atıyoruz.

Erdal Beşikçioğlu iyi oynuyor ve film bazen komik de oluyor. ‘Behzat Ç.’ iyi bir film değil ama haftanın diğer Türk filmi, ya da şöyle demek daha doğru olur, çakma Amerikan filmi ‘Anadolu Kartalları’ yanında başyapıt mertebesine yükseldiğini söylemek lazım.

***

4. Doğulu Komşularımız Film Festivali
Hollanda, Utrecht’te dört yıldır yakında AB üyesi olma ihtimali olan ülkelerin sinemalarını mercek altına alan bir festival düzenleniyor. Bu yıl festivalin özel ilgisi Türkiye üzerine. Nitekim festivalin açılış filmi sanatsal direktörlüğünü Hüseyin Karabey’in yaptığı ama altı yönetmenin imzasını taşıyan ‘Unutma Beni İstanbul’ yaptı. Filme yoğun bir ilgi vardı ve Karabey filmden sonra uzun bir süre seyircilerin sorularını yanıtladı. Altı bölümden oluşan filmin bölümleri farklı tatlar içeriyor ama Aida Begic’in bölümü için bir parantez açmak lazım. Bu bölümde Othello oyunundaki Desdemona karakterine hazırlanan bir oyuncu adayı ile ona yardımcı olan bir barmaid’in ilişkisi anlatılıyor. Kadın-erkek ilişkileri üzerine çok keyifli bu kısa filmde Ayça Damgacı harika bir performans sergiliyor. Bu yılın en iyi kadın oyuncu ödülünü ben şimdiden Damgacı’ya verdim!
Festivalin mercek altına aldığı  bir de yönetmenimiz var. O da Reha Erdem. Erdem’in dört filmi festival boyunca gösteriliyor: ‘Kaç Para Kaç’, ‘Korkuyorum Anne’,  ‘Beş Vakit’ ve ‘Kosmos’. Bu bölüm de Perşembe akşamı ‘Kosmos’ filminin oyuncularından Türkü Turan’ın da katılımıyla açıldı. Filmden sonra Turan ve ben seyircilerin sorularını yanıtladık. Seyircilerin filme ilgisi etkileyici idi.
Sırada daha ‘Ekümenopolis’, ‘Zefir’, ‘Kars Öyküleri’ ve ‘İki Dil Bir Bavul’ gibi yeni filmler ve ‘Selvi Boylum, Al Yazmalım’ gibi bir klasik de var. Ayrıca ‘Ben Geldim, Gidiyorum’ ve ‘Pencereler’ adlı kısa filmler de gösterilecek. Kısacası Utrecht’te bugünlerde Türk sineması başrolü kapmış durumda!

***

ANADOLU KARTALLARI
Çakma Amerika manzaraları
Menderes döneminde “küçük Amerika”  olma hedefimizi saptamışız. Elli sene sonra bu hedefimize artık ulaşmış bulunduğumuzu, kederle söylemek durumundayız galiba. Ama ortada büyük Amerika’nın küçük versiyonu olmaktan çok, çakma Amerika olmak durumu var gibi. Zaten başka ne olabilirdi ki?
Politika cephesinde Amerika’yla stratejik ortaklıktan, model ülkeye evrilirken, sinemada da bunun yansımaları  olacaktı elbette. Bu hafta gösterime giren filmlerimizden biri çakma ‘Se7en’ rolünü yaparken, polisi sevdiriyor, diğeri ise çakma ‘Top Gun’ rolünü üstlenip askeri sevdirme rolüne soyunuyor. Devletin tahakküm araçları, devletin ideolojik aygıtlarınca besleniyor. Her şey normal, biralar sıcak.
Anadolu Kartalları ancak savaşa hazırlanan bir ülkede askere gönüllü kazandırmak için çekilebilecek türde, tatsız tutsuz bir propaganda filmi. Behzat Ç.’yle bu filmi karşılaştırmak, aynı yazıda ele almak pek doğru değil. Behzat Ç. sonuçta özgün karakterler yaratmak için çaba harcıyor. Kartallar’da ise Barbie bebeklerin Ken’i ya da G.I Joe tarzı oyuncakların canlıları var sanki. Berbat ötesi bir film Anadolu Kartalları. İnanmazsanız gidin seyredin!

***

İKİLİ OYUN
Soğuk Savaş, yeniden
Eski bir Sovyet ajanı peşinde koşan Amerikan ajanlarının öyküsü diye birkaç  kelimeyle özetleyebiliriz ‘İkili Oyun’u. Ama tabii casus filmleri o kadar basit değildir, her yerden ikili ajanlar fışkırır. Bu filmin kayda değer yanı, soğuk savaş yıllarının propaganda filmlerinin, yalanlarının hortlamış olduğunu görmek. Film özgürlükler ülkesi ABD propagandası olarak rahatlıkla okunabilir. Tabii ki ince bir anti-komünizm de yapıyor. Mesela Sovyet ajanlarının, Polonya’daki eski Dayanışma (Solidarnosc) hareketinin önderlerini öldürdüğü, laf arasında geçiyor. Ben böyle bir şey duymadım, okumadım bugüne kadar. İkili Oyun türe yeni bir şey katmayan, vasat bir film.

***

ZAMANA KARŞI
Vakit nakittir
Aslında Marxist ekonominin temel savı halk tarafından bilinir: vakit nakittir. İşçiler yaşamak için emeklerini satarken aslında zamanlarını satarlar. Yani hayatlarını satarlar sermayedara. ‘Zamana Karşı’ para yerine doğrudan doğruya zamanın değişim değeri olduğu bir gelecekte geçiyor. Ve, propagandanın, kapitalizm methiyelerinin bininin bir para olduğu vizyon ortamında, sınıftan, sömürüden eşitsizlikten söz ederek çok önemli bir iş yapıyor. Belli ki bu filmin senaryosunu yaznalar Maarx’tan en azından haberdar. Sırf bu nedenle olsun ‘Zaman Karşı’yı izleyin! Onun ötesinde, film fena değil ama çok da etkileyici değil ne yazık ki.