Zamanla insan hayatı daha değerli olmadı bu ülkede, gelişen hiçbir teknoloji, edinilen hiçbir zenginlik işçilerin hayatını korumak için kullanılmadı.

Parlamayan elmas

Hande Çiğdemoğlu - Yazar

“Yer altında ezilenler, yeryüzüne seslenirler.” 

Henüz liseye yeni başlamış bir çocuktum. Yeni bir mahalleye taşınmıştık, hiç arkadaşım yoktu. Yeni taşınanlara kucak açıldığı zamanlardı, kısa zamanda sokakta yaşayan komşularla kaynaşmıştık. Yaz tatilinin gelmesiyle ben de komşularımızın evinden birine sıkça gidip gelmeye başlamıştım. Çünkü akranım olmasalar da buradaki insanlar bana arkadaşlık ediyordu. Hatta o yaşın verdiği toylukla abla, ağabey diyeceğim yaştaki gençlerle arkadaşlık etmek gururumu okşuyordu. Bahçesinde meyve ağaçları, mutfağında her daim kaynayan çorba, odalarda tutkun bir aile bağı kokusu olan bu evde, çocukça böbürlenmenin dışında bir şey vardı beni çeken. Kitaplar, defterler, şiirler hatta şarkılar…  

Safure ve Harun, üniversiteyi henüz bitirmiş iki gençti. Annesi babası ve kız kardeşlerinden oluşan ailesinin yanına dönmüş yeni hayatlarını kurma derdindeydi. Genç kızlığın verdiği utangaçlığın da etkisiyle Safure ile daha çok yakınlaşmış, yaşımız ve konumumuz çok farklı olsa da arkadaş olmuştuk. Bir de zaman zaman geldiğinde herkesin mutluluktan gözlerinin parladığı uzun boyu, posbıyıkları, gözlüklerinin altından bakan sevecen ama ciddi bakışları hem sevgi hem çekinme uyandıran bir adam vardı ki o çoktan mühendis çıkmış, evlenmiş, hatta evdeki o kitapları çoktan okumuştu. Cengiz. 

O yaz, vaktimin çoğunu o evde geçirecek, Özdemir Asaf şiirleri okuyacak, Yaşar Kemal kitapları ödünç alacak daha önce duymadığım şarkılar duyacak, memlekete ve hayata dair yeni sohbetlere katılacaktım. Nemli sıcağın iyice toprağa sindiği o yaz günü yine o serin eve kaçmıştım. Kapıdan içeri girdiğimde, evi matem havasına bürüyen o şarkıyla karşılaştım. Şarkının sözleri, söyleyenlerin kararlı sesiyle tane tane yükseliyor, her kelime coşkun bir ezgiyle birleşip yüreğimi dağlıyordu.  

İndim maden ocağına kara elmas diyarına 

Yeryüzü sıcak olsun diye dost 

Yıllar boyu kazma salladım suskunca bu zindanda 

Çocuklarım gülsün diye dost 

Oysa bizim evde gülen yok 

Yürü derler yürü derler açlığa yürü derler 

Kara elmas tabut olmuş gerekirse ölün derler 

Günü gelir utanmadan ağlaşana gülün derler 

Yalanlara artık sabrım yok 

Şarkıdan etkilendiğimi gören Safure, şarkının bitmesini benimle birlikte bekledi, sonra diğer şarkıya geçmeden teybin düğmesine bastı. “Grup Yorum” dedi. “Şarkının adı ‘Madenciden’. Emekleri sömürülen madencileri ve onlara reva görülen kara talihi anlatıyor.” O güne kadar maden konusu, okulda gördüğüm derslerden ibaretti. Sivas Divriği’de demir, Diyarbakır Ergani’de bakır, Zonguldak’ta taşkömürü. Zonguldak… Türkiye'nin en büyük taşkömürü yatağı. Kara elmas! 

Sözlerini yazabilir miyim dedim. Hemen bir kâğıt kalem yetiştirdi. Kasedin kapağında yer alan kâğıttan sözleri yazarken şarkıyı birkaç kez daha dinledim. Her defasında gözlerim doluyor, içim hırsla bükülüyordu. Kış geldiğinde kamyonla evin önüne dökülen kömür, kara elmastı demek. Ülke için zenginlik, evlerimiz için sıcacık yakıt, neden onların tabutuydu? Onların evinde neden gülen kimse yoktu? Bunca riski göze alıp neden hâlâ açlığa yürünüyordu? Sorun neredeydi? Suç kimindi?  

O gün şarkıyı baştan sona ezberlemiş, günlerce söylemiş, gözyaşı dökmüştüm. Bunları sonra arkadaşlarımla uzun uzun konuşacaktık. Çözümün gözyaşında değil ayıklık ve mücadelede olduğu besbelliydi. Bireysel mücadelenin ise hiçbir işe yaramadığını ilk gençliğimi ve yetişkinliğimi geçirdiğim bu ülkede çok acı olarak gözlemleyecektim. Madenler artık sadece lisede okutulan, çoktan seçmeli test sorularının konusu değildi. Madencilik bir meslek değil memleketin kanayan yarasıydı. Sorgun, Ermenek, Küre, Elbistan, Soma, Amasra. Bunlar memleketin maden yatakları değil tabutlarıydı. Bir asra yakın bir zamandır bu ülkede pek çok maden kazası olmuş, kimine grizu patlaması, kimine göçük ve yangın demişlerdi. Ve bu iş kazalarında binlerce işçi dünyadan yitip gitmiş, binlerce ailenin ocağı sönmüştü.  

Zamanla insan hayatı daha değerli olmadı bu ülkede, gelişen hiçbir teknoloji, edinilen hiçbir zenginlik işçilerin hayatını korumak için kullanılmadı. Sebep olan hiçbir şirket gerekli cezayı almadı, göstermelik uygulamalar sonrası için bir yaptırım teşkil etmedi. Devlet adamları, “Bu işin fıtratı” dedi. Onlara göre ölüm, en çok madenciye yakışırdı. Bu yaşananlar ise kara bir kaderdi. Oysa kader denen bu şeyi sistemin hızla dönen acımasız çarkları çiziyordu. Düzene başkaldırma basireti gösteremeyen nesiller ise olan biteni birkaç günlük kederle karşılayıp, bir sonrakine kadar çabucak unutuyordu.  

İlk gençlik çabucak bitti. Bugün son gençliğimi geçirdiğim şu günlerde yine kara haber geliyor Erzincan’dan. Ve ben yine aynı şarkıyı gözyaşları içinde söylüyor, bunca yıl değişmeyen kaderin bir parçası olmaktan utanç duyuyorum.