Ertuğrul Mavioğlu, devrimci gazetede çalışan bir yazarla birlikte bir panele konuşmacı olarak katılır. Arka sıradan biri Mavioğlu’na sorar:

“Aydın Doğan’ın gazetesinde çalışıp burada konuşmak da ne oluyor? Hem burjuvazinin hizmetindesin, hem de devrimci bir gazete çalışan saygın bir yazarla aynı kürsüden konuşuyorsun.”

Yıllardır sunumlar yaparım. Hemen her sunumda, hatta bazen en beklenmedik; en dost ortamlarda bile birileri çıkar ve saldırmaya başlarlar. Bu saldırılar şaşırtıcı bir şekilde aynıdırlar. Birçoğu anlattığım konularla değil, kişinin önyargıları, peşin kabulleri, sistemli hınçlarıyla ilgilidir. Dünyayı değiştirmek önyargıları değiştirmekten daha kolay olabilir.

Ertuğrul Mavioğlu, yüzlerce kilometre yol gidip konuşma yaptığı dost bir mekanda bu soruyu duyunca neler düşünmüş olabilir? Düpedüz kötü niyetli bir soruya pişkince yanıt mı vermeli, alaycı ifadelerle soran kişiyi mi küçümsemeli, bunlar bana vız gelir dercesine konuyu mu değiştirmeli, çok kibar ve demokrat pozlarına girip tribünlere mi oynamalı? Hangisi daha iyi? Peki “iyi” ne demek? Hangi iyi kime göre iyi?

Yakında BirGün’e yeni isimler katılıyor. Beni alıyor bir telaş. Maksat birkaç aylık bir macera değil, bir ömür boyu sürecek sağlıklı beraberlik yaratmak. Bunu sağlamanın yolu da gazetenin kurumsal yapısını sağlamlaştırması. Fikri Sağlar’ın, İbrahim Kabaoğlu’nun, Haluk Geray’ın, Kadir Cangızbay’ın, Ahmet Tonak’ın yıllardır yazdığı bir gazete BirGün... Selami İnce, Selçuk Candansayar, Melih Pekdemir veya Meltem Gürle’yi saysam arka sıradan biri “Arkadaşlarına torpil geçme” diyebilir. Dokuz yıldır ihalesiz, hilesiz ve patronsuz biçimde istikrarla yayınlanan bir gazete yeni katılacak kardeşlere bir yuva olabilir mi? Yoksa tahmin etmediğimiz birçok sorun mu çıkar? Peki ya yıllardır canlarına dişlerine takıp BirGün’de mesai yapan, İlker Yaşar, Barış İnce, Onurkan Avcı gibi arkadaşların emekleri? Onların özverisi olmasa bu gazeteden söz etmemiz mümkün olabilir miydi? Telaşımın nedeni, olağanüstü değerli ustalar gazetemize katılırken, bu katılımı devamlı kılmayı başaramama endişesi.

Bankada çalışan BirGün okurları var, sigortacılık yapanlar, şirketlere film çekenler var. Herkes bir şekilde sistemin içinde. Sistemin hiçbir şirketinde (devlet de bir şirket elbette) çalışmayan bazı BirGün okurları tanıyorum, babadan kalma evlerinin kiralarıyla gül gibi geçiniyorlar. Acaba onları alkışlamalı, “sistemin hizmetinde”ki diğer okurları yuhalamalı mıyım?

Ömrünü sosyal genlerdeki iktidar ilişkilerini deşifre etmeye adamış Foucault’ya kulak verelim: Çünkü üstadın parrhesia sözcüğüne özel ilgisi tam bizlik.

Parrhesia, “pan” (her şey) ve “rhema” (söylenen) sözcüklerinden türetilmiş, ilk bakışta “özgür konuşma”, “açık sözlülük” gibi tarif edilebilir. Ancak Foucault bu tanımlarla yetinmiyor, Yunanlıların iki bin beş yüz yıl öncesinden beri kullandıkları bu sözcüğün daha derin bir anlamı olmalı... Sayfalar süren bir arkeolojik kazıdan sonra, bu anlam ortaya çıkıyod: “ Parrhesia belirli bir tehlikeye karşın hakikati söylemekten vazgeçmeme halidir.” Bir krala bir eleştiri getirdiğinizde, sözleriniz gözden düşmenize, hapse atılmanıza, hatta ölmenize yol açabilir. Buna rağmen sözünüzü sakınmazsanız, bu davranışınız bir parrhesia’dır. Hayatımız iktidar alanları içinde geçer ve bu alanlara karşı tavır almamız gerektiğinde geri adım atmazsak parrhesia’ya uygun davranmış oluruz.

Ertuğrul Mavioğlu gelen soru karşısında nasıl yanıt vereceğini düşünürken, az önce bolca alkış olan ikinci panelist mikrofona uzanır ve “Bu soruya ben yanıt vermek istiyorum” der.

“Sanıyorum ki siz, bankada çalışan bir emekçinin, o bankanın patronuyla aynı cephede olduğunu düşünüyorsunuz.  Ben devrimci bir gazetede, bir tür kendi köyünde yaşayan köylünün rahatlığıyla yazıyorum. Yazdıklarım beni köyden atacak bir tehdit oluşturmuyor. Oysa Ertuğrul gibi arkadaşlar, yıllardır patronların çok satan gazetelerinde entelektüel duruşun, gazetecilik ahlakının onurunu korumak için çabalıyorlar. Her an kapı dışarı bırakılabileceklerini bildikleri halde, o mevziiyi benimle aynı siyasi rotada çarpışmak için tutuyorlar. Beni alkışladığınız için teşekkür ederim ama esas alkışlamanız gereken Ertuğrul’dur. Çünkü bir sosyalist olarak benim gazetemde sınanmam kolay değil, oysa patron gazetesindeki arkadaşlar her gün en sert biçimde sınanıyorlar.”

Ertuğrul Mavioğlu aynı yıllarda uzun süre mahpusluk çektiği arkadaşına dostça bakıyor. Bu dost bizim Doğan Tılıç... Hikayeyi bana anlatan kişi panelistlerden biri, o dostça bakışı hiç unutamadığını ekliyor.

Banu Güven, Ertuğrul Mavioğlu, Nuray Mert, Ahmet Şık, Ece Temelkuran ve Yıldırım Türker isteseler patron gazetelerinde yazmaya devam edebilirlerdi. Mevziiyi koruma mecburiyetleri, entelektüel ahlaklarıyla çatıştığı noktada bir adım bile geri adım atmadılar. Bir sınava girdiler ve sınavı verdiler. Hapis yatmak, kendilerini ve daha önemlisi sorumlu oldukları kişileri yoksun bırakmak pahasına duruşlarını korudular.

Patron gazetelerinde çalışan pek çok kıymetli insan var. Belki bir gün onlar da geri dönülmez bir çatışma noktasına gelecekler. BirGün’ün kapıları bu arkadaşların hepsine sonuna kadar açık olmalı.

Ama elbette her kapının bir de binası olmalı.