Piyasacılık ve gericilik eksenlerindeki kuşatma öğretmenleri çevreleyip sınırlamakla yetinmemekte, aynı zamanda onları dönüştürmektedir

Piyasacılık, gericilik ve bir de vicdan-duyar mafyası üzerine...

ORKUN SAİP DURMAZ*

Erken cumhuriyet döneminin temel yapıtaşlarından birine, eğitim sistemine, can veren öğretmenler bugün ideolojik-politik bir kuşatma altındalar. 1980’lerden günümüze devam ettiğini söyleyebileceğimiz kuşatmanın birinci halkası kamusal eğitimin tasfiyesi olarak adlandırılabilecek neo-liberal dönüşüm sürecine karşılık gelir. Bir yandan özel öğretim kurumlarının eğitim hizmeti üretimi içindeki paylarının ve etkinliklerinin arttırılmasına, diğer yandan ise kamu okullarının piyasa öncelikleri doğrultusunda yönetilmesine dayanan bu süreç; öğrencilerin ve velilerin müşteri, okulların ticarethane, idarecilerin yerel ve küçük CEO’lar, öğretmenlerin ise niteliksiz işçiler haline geldiği çok boyutlu dönüşümler zincirini ifade eder. O halde birinci halkayı piyasacılık olarak adlandırabiliriz. Kuşatmanın ikinci halkasını ise Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından olan laik eğitimin AKP hükümetleriyle birlikte siyasal İslam referanslı yeni bir eğitim sistemiyle ikame edilme süreci oluşturmaktadır. Dolayısıyla ikinci halkayı da gericilik olarak tanımlamak mümkün. Piyasacılık ve gericilik sadece eğitim sistemindeki yapısal dönüşümleri anlamak için değil, aynı zamanda yurttaşın -ya da özel olarak eğitimcinin- nasıl nesneleştiğini açıklayabilmek için de anahtar kavramlardır. Piyasacılık, yurttaş ile kamu arasındaki ilişkiyi sosyal hak temelinde kurumsallaştıran bağları peşi sıra çözdüğünde; o bağın ete kemiğe bürünmüş hallerinden biri olan öğretmen emeğinin işgücü piyasasındaki herhangi bir emek gücüne dönüşmesi de kaçınılmaz olmuştur. Öğretmen emek gücü vasıfsızlaşmış, her vasıfsız emek gücü gibi daha güvencesiz istihdam biçimlerine tabi olmaya başlamıştır. Sonuç itibariyle, öğretmenin hem toplumsal konumu sarsılmış hem de mesleği itibarsızlaşmıştır.

Gericiliğe gelince, siyasal İslam’ın devlet otoritesine eklemlenme sürecinin kabaca üç evresi olduğu ileri sürülebilir. İlk evre, Cumhuriyet’in devrimci jakoben döneminin kapanmasının ardından başlayan ve devlet otoritesi ile dinsel düşünce ve kurumları arasındaki uzlaşıyı temsil eden dönemdir. “Laik devlet” ve “müslüman toplum” kavramlarının zemin kazandığı bu dönemde “laik devlet”in dine yaklaşım biçiminin esas itibariyle pragmatist olduğu söylenebilir. 12 Eylül ve Özal dönemlerinin karakterize ettiği ikinci evrede ise din bir yandan siyasal alanda komünizmin panzehri olmaya devam ederken; diğer yandan dinin eğitim alanındaki kurumsal zemini (zorunlu din dersleri, din eğitimi veren okul ve kursların sayısındaki artış, yaratılış teorisinin müfredata girmesi vb.) sürekli genişlemiştir. Dahası, bu evrede dini cemaatler/tarikatlar daha önce hiç olmadığı kadar iktisadi güç kazanmıştır. Söz konusu güç hem onları merkezi iktidar üzerinde nüfuz sahibi yapmış, hem de, siyasal İslamcı yönetimler, başta İstanbul ve Ankara’da olmak üzere, pek çok belediyenin yönetimini ele geçirmişlerdir. İkinci evrede devletin kurumsal yapısı hala laik olduğu ve fakat devletin dine yaklaşımının pragmatist olmanın ötesine geçtiği ve organik bir hal aldığı belirtilmelidir. Üçüncü evre ise AKP hükümetleriyle birlikte başlar ve siyasal İslam’ın devlet iktidarını fethettiği döneme tekabül eder. Hala içerisinde yaşadığımız bu evrede, yani “Yeni Türkiye”de, siyasal İslam yeni rejimin çimentosu haline gelmiştir. 6287 sayılı 4+4+4 kademeli eğitime geçiş yasası, zorunlu din dersine ek olarak üç din dersinin daha ilkokul müfredatlarına sokulması, anaokulu çağındaki çocukları da kapsayacak şekilde planlanan -bir ayağı siyasal İslam’a basan- değerler eğitimi projesi, türlü türlü Osmanlıca fantezileri ve ilkokul çağındaki kız çocuklarının dahi “inançları gereği” türbana girmesinin normalleştirilmesi de bu son evrenin öne çıkan pratik sonuçlarıdır. Tıpkı piyasacılık gibi, gericilik de yurttaş ile kamu arasındaki ilişkinin kurumsal temelini kemirir; çünkü eğer öğretmen, yurttaş ile kamu arasındaki ilişkiyi tesis eden bir özne ise, eğitim sistemi modern ve rasyonel temellerinden uzaklaştığında öğretmenin rolü gericilik ekseninde yeniden belirlenecek ve bundan dolayı da öğretmen nesneleşecek demektir. Bir diğer anlatımla, öğretmen bundan böyle, “…fikren, ilmen, fennen… kuvvetli… yüksek karakterli [Cumhuriyet] muhafızlar[ı]…” değil, “…dininin… kininin… bekçisi… [olan bir] nesil…” yetiştirmekle yükümlü olacaktır. Şerif Mardin’e eleştirel bir atıf ve metaforik bir anlatımla şöyle ifade edelim: “İmam ile öğretmen arasındaki kavga” hiç de mertçe seyretmemiş, deyim yerindeyse, imam öğretmeni içeriden fethetmeye başlamıştır!

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız üzere, piyasacılık ve gericilik eksenlerindeki kuşatma öğretmenleri çevreleyip sınırlamakla yetinmemekte, aynı zamanda onları dönüştürmektedir. Dönüşen -yani kuşatmayı yaramayan- öğretmen ise hiç kuşkusuz nesneleşecektir. Nesneleşmenin önüne geçebilmek ve yeni bir özneleşme süreci başlatabilmek için ise şunu akıllardan çıkarmamak gerekir: Belirli bir ideolojik-politik hedefe kilitlenmemiş, kolektif bir gücün parçası ol(a)mayan, ortak akılla hareket etmeyen ve en önemlisi o kolektif güç ve ortak akıl aracılığıyla toplumsal ve siyasal hayata müdahale edemeyen bireyler, zorunlulukların farkında olmadıklarından, özgürleşemezler. Tam da bu nedenle bugünün Türkiye’sinde öğretmenler de bahsi geçen kuşatma altında kendiliğinden özneleşemeyeceklerdir. Burada sorun özneleşmemekte ısrar eden, “bilinçsiz, duyarsız, vicdansız bir öğretmenler topluluğu”nda değil; kuşatmayı yaracak bir siyasal öznenin olmamasından kaynaklanmaktadır. Acılarına duygudaş arayan bölge insanının meşru serzenişi bir yana; geçtiğimiz günlerde Cizre ve Silopi’deki çatışmalar sırasında evlerine dönen -daha doğrusu dönmek zorunda kalan- öğretmenleri sosyal medyada cirit atan vicdan-duyar mafyasına teslim edip piyasacılık ve gericilik yetmezmişçesine bir de bu yolla kuşatacağımıza, yaşananlara bir de bu pencereden bakalım.

*Dr., Kocaeli Üniversitesi