Bir şiir arıyorum. Bir ezgi. Veya bir atasözü, bir özdeyiş. Bilmediğim ya da çoktan unuttuğum bir kitap…

Bir şiir arıyorum. Bir ezgi. Veya bir atasözü, bir özdeyiş. Bilmediğim ya da çoktan unuttuğum  bir kitap… Bulamıyorum.

Kendim bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Ama her bir kelime yansıtabildiği anlamla tüy kadar hafif, kapladığı yerle bunaltıcı ağırlıkta yeni bir isabetsizliğe dönüşüyor. Olmuyor…

*      *      *

Şu sıralarda sadece oy verme çağındaki nüfusunun 12 Haziran tercihleri kadar değer taşıyan memleket topraklarında bir gezideyim. Birkaç şehir, birçok insan, mitingler, tartışmalar… Hareket çok, dinamizm etkileyici. Ama gördüklerim, duyduklarım, okuduklarım, nedense en çok sıkıntı veriyor bana.

Bir taraftan da polen yağmuru dövüyor algılarımı. O da sıkıntıyı katmerliyor.

Bitkileri pervasızca dölleyen polenler yüzüme gözüme bulaşarak uçuşuyor. Ama beni bunaltan neden çiçek tozları olamaz; bunu biliyorum. Sıkıntımın derininde başka bir şey olmalı.

Polenden çok yalan yorgunu olduğumu hissediyorum.

*      *      *

Seçim konuşmaları, altının doldurulmayacağı bugünden aşikâr olan vaatler, hakaretler ve küfürler, kasetler ve tehditler, ortalarda uçuşan özel hayat bilgileri ve müdahaleci değer yargılar, bütün sorunları kendi partisi hanesinde başarıya, bütün başarıları da sandığa giden merdivende basamağa dönüştürmeye çalışan cambazlar…

Konuşmalar, konuşmalar, konuşmalar… Yalanlar, yalanlar, yalanlar…

Neden bu kadar çok yalan var hayatımızda? Neden yalansız geçmiyor günlerimiz? Siyasetten ticarete, sanattan aşka kadar neden bunca yalan içine batmışız?

*      *      *

Bilim adamları kendilerine özgü sakin ses tonları veya durgun satırları ile “aydınlatıyor” beni: Yapılan araştırmalara göre, herhangi bir insanın günde ortalama 20 civarında yalan söylemesi pek olağanmış…
 
20 yalan! Çoğu küçük yalan bunların…

Örneğin, boş boş oturduğunuz zamanda çalan telefona cevap verirken “kitap okuduğunuzu” söylemeniz veya falanca filmi görüp görmediğiniz üzerine hafızanızın derinlerinde gerçekliğini kaybeden asılsız iddialarınızı kesin yargılarla ifade etmeniz gibi.

En sık yalanlar arasında erkeklerle kadınlar arasındakiler varmış. Patrona ve işçiye, öğrenciye ve öğretmene, bakkala ve müşteriye söylenen yalanlar da hayatın normal bir parçasıymış. Ben bilim adamlarının yalancısıyım. Üzerinde bile durulmayacak konularmış bunlar…

Günde 20 küçük yalan söyleyen birinin kendi dürüstlüğüne son derece inanarak “hiç yalan söylemediğini” iddia etmesi şaşılacak bir şey değil yani.

*      *      *

Bir garip bahar yaşıyor memleket. Hangi şarkı yansıtır bizdeki 2011 baharını? “Bahar geldi, gül açıldı, ruhuma neşe saçıldı” mı? Fazla iyimser değil mi? Ya “Bahar gelmiş neyleyim, neyleyim baharı yazı”? O da fazla mı kötümser?

Polen yağmurundan göz gözü görmüyor. Ne alerjim var, ne astımım. Ama polen ve yalan yağmuru altında korunaksızım.

Küçük ve sıradan hayatlarda bile 20 masum yalan varken büyük politikadan ne bekleyebiliriz ki!..

Yolsuzluk tartışmalarında taraflardan en az birinin yalan söylediği kesin değil mi? Ya da Kürt sorununda?.. Veya bol keseden çıkarılıp seçim masalarına yatırılan devasa projelerde?.. Vatan, millet, Sakarya yalanları… Yalan yazan gazeteler, yalan gösteren televizyonlar…

Yalanla yaşayan ve başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu bile düşünemeyen milyonlarca insan…

Yalana dönüşerek eriyip giden kurtuluş savaşları ve devrimler…

Uluslararası politikada “demokrasi ve insan hakları” yalanları. Başkalarının ayaklanmacılarına selam duran, yabancı iktidarlara seslenerek verecekleri tavizleri ve çekilecekleri zamanı anlatan, ama adalet mücadelesi kendi sınırları içine girdi mi çifte standartların örslerinde dövülen nice kılıçlar çeken sahte kahramanlar…

Topluma, akrabalara, sevgiliye, en kötüsü kendine söylenen yalanlar… Her gün gözümüzü bile kırpmadan söylediğimiz en az 20 yalan…

*      *      *

Soluduğumuz ve oksijenden çok yalan taşıyan bunaltıcı hava… Bir de şu ağza yüze bulaşan çiçek tozları…

Bir şiir olsaydı, şu sıkıntıyı silecek. Veya bir ezgi. Bir atasözü, bir özdeyiş. Ya da ufku açacak bir kitap…

Hiç olmazsa ben bir şeyler yazabilseydim…


***


Yurtseverlik ve Yurtsevmezlik

Bir ülke kitaplardan öğrenilmez. Geçenlerde sokakta sıradan Rusların sohbetine kulak misafiri olduğumda önce bu yargımı hatırladım. Sonra dinledikçe kızmaya, söze karışmak için fırsat kollamaya başladım.

Malum, Batı’nın, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgalini gerekçe göstererek katılmadığı 1980 Moskova Olimpiyatları’ndan yıllar sonra, Kremlin’in eline yeni bir “olimpiyat şansı” geçti. Bizzat lider Putin, 2014 Kış Olimpiyatları’nın Rusya’nın Karadeniz kıyısındaki tatil merkezi Soçi’de yapılması için büyük çaba sarf etti. Ve zafer kazanıldı: Olimpiyatların adresi, Putin’in istediği gibi oldu.

Sonrasında Kremlin büyük bir “Soçi seferberliği” başlattı. Bölgeye yatırımlar devasa boyutlara ulaştı. “2014’te can sıkıcı şeyler olmasın” diye Çeçen politikası bile iyice yumuşadı; terörü bitirmek için şiddet ve yasaklar dışında sosyo-ekonomik önlemler arttırıldı.

Soçi ve Karadeniz çevresindeki Rus kentleri, 2014’e kadar bölgeye yapılabilecek milyarlarca dolarlık yatırımın yüzü suyu hürmetine olimpiyatlarla yatıp olimpiyatlarla kalkmaya başladı. Dahası Soçi ve civarındaki inşaat, ticaret ve hizmetlerin gelişme perspektifi, başta Türkiye olmak üzere çevre ülkelerin bölgeye ilgisini arttırdı.

Şimdilerde de medya sürekli olarak Soçi ve civarından atılım haberleri veriyor. Varsa yoksa, olimpiyat hazırlıkları…

Aslında bütün bunlar doğal. Doğal olmayan şey, benim sokakta duyduklarım...

*      *      *

Birkaç delikanlı tartışıyor. Yaşları 20-25. İçlerinden en fazla bileni, sık sık lafı kapıp uzun söylevler veriyor:

- “Bunlar”ın, 2014 Olimpiyatları’nı Soçi’de yapma hakkını kazanmaları iyi olmadı. Olan bize oldu! Zaten petrol ve gaz derken her şey “bunlar”ın istediği gibi gidiyor. Al sana bir de olimpiyat ateşi! Bütün dünyada Rusya reklamı! Gazetelerde boy boy “bunlar”ın fotoğrafı! Olimpiyatlar’dan memnun halkın sırıtan çehresi! Gelsin paralar, gitsin paralar!..

Söylevi derinleştikçe sesi titriyor. Belli ki söylediklerine duygularını da katacak kadar inanmış:

- Bu iş, halkın Kremlin’e güvenini arttırmaktan başka işe yaramıyor. Zaten Putin’in ve Medvedev’in reytingi yüzde 60’ların üzerine dayanmış! Bu kadar yıldır yaptığımız çalışma fazla işe yaramamış. Bir de olimpiyat çıktı başımıza! Keşke bir şeyler olsa da, Olimpiyatlar, Rusya’dan alınıp başka bir ülkeye verilse!

Kim olduklarını merak edip söze giriyorum. Meğerse sağcı-liberal muhaliflermiş. Hani şu 15-20 yıl önce onlar çocukken halkı soyup soğana çeviren “hızlı ekonomik reformlar”ı ve “ABD destekli renkli devrimler”i destekleyen marjinal gruplardan birine üyelermiş...

*      *      *

Bu olay beni yıllar öncesine götürdü. O zamanlar hepimiz “hızlı devrimciler”iz. İktidara karşı duyduğumuz nefret gözlerimizi kör etmiş. Eh, halk da bir türlü bizden etkilenmiyor. Varsa yoksa ekmek kavgası, magazin haberler, bir de futbol merakı... Türkiye milli maça çıkıyor. Ve arkadaşlardan biri o “korkunç” soruyu ortaya atıyor:

- Sizce Türkiye’nin yenilmesi, mücadelemizin çıkarları açısından daha uygun değil midir?

Uzun bir tartışma başlıyor. Sonuçta konuşarak ikna edemediğimiz halkın kendine gelmesi için, milli maçları kaybedilmesinden tutun, herkesin işsiz ve aç kalmasına kadar her türlü felaketi savunanlar oluyor:

- Beter olsunlar; olsunlar ki, iktidarın değişmesi gerektiğinin bilincine varsınlar!

*      *      *

Sözüm ona sağ ve sözüm ona sol muhalefet adına, ülkenin ve halkın kötülüğünü isteme acizliğinin ve kötü niyetinin savunulacak tarafı var mı?

Bir yanda bayrak, vatan, millet, din propagandalarıyla halkın üzerinden silindir gibi geçen “yurtseverler”...

Öbür yanda devleti yönetenleri beğenmedikleri için ülkeye düşman olan, “Her şey daha beter olsun ki, benim elime iktidara gelme fırsatı geçsin” diyen “yurtsevmezler”...

Bu yurdun kendini sevenlerden ve sevmeyenlerden çektikleri hiç biter mi!..