OHAL tarihini hatırlamak önemli olabilir çünkü AKP’nin “demokrat”lığının sınırları da böylelikle görülebilir

Politik-savaş: Mikro-OHAL

KANSU YILDIRIM

20 Temmuz günü Suruç’ta 32 devrimcinin IŞİD üyesi bir bombacı tarafından katledilmesinden bu yana, Türkiye’deki politik moment hızla değişmeye başladı. AKP, Gezi’den bu yana kolluk, yargı ve mali zor gibi kanallardan varlığını sürdürebilmek için sınıf savaşı yürütüyordu. O günlerde Erdoğan “Bu süreç yeni İstiklal Savaşı mücadelesidir” diyerek politik-savaşta olduklarını; iktidar adına “Gezici” diye gördükleri herkesi “vatan haini” kabul ettiklerini açıkça dile getirmişti. Şimdiyle kıyaslandığında, düşük yoğunluklu cereyan eden politik-savaş, kurumsal düzenlemeler ve yasalara dayandırılırken, rejim, bir parça da olsa toplumsal rızayı sağlayabilmenin peşindeydi. Temsil ve meşruiyet krizini aşabilmek için buna ihtiyacı vardı. Ancak gerek seçimlerde aldığı yenilgi, gerekse dış politikada “bölgesel güç” olma hayallerinin suya düşmesi, moment değişimini hızlandıran faktörler oldu.

POLİTİK-SAVAŞ

24 Temmuz günü, Başbakan Davutoğlu politik-savaşı, rıza sağlama çabasından ziyade tahakküm biçiminde yürüteceklerini önce şu ültimatomla belirtti: “Bizim için bugünden itibaren bu geniş kapsamlı bir süreçtir. Sadece bir günle, bir bölgeyle sınırlı değildir”. Akabinde 28 Temmuz günü “Artık Türkiye bir hafta önceki Türkiye değildir. Herkes ayağını denk almalı” diyerek rejimin misillemeci bir forma büründüğü deklare etti. Bir haftalık süre zarfında, Türkiye, “IŞİD terörü” gerekçesiyle “anti-terör” dönemine girdi ve “PKK, DHKP/C, IŞİD” üçgeni hem söylemlerle hem de eylemlerle kurgulanarak politik-savaş yoğunlaştırıldı.

AKP’nin politik-savaşında, özellikle batı illerinde, daha çok taraftar toplamak amacıyla Suruç Katliamından bu yana nefret nesnesi inşa ediliyor. “IŞİD’le mücadele” adı altında Kürt hareketi ve sol muhalefet, “PKK” yaftası üzerinden kriminalize edilerek, politik manevra alanı kısıtlanmaya çalışılıyor. “Ya bizden yanasın ya terörden yana” tutumu gündelik yaşamda gittikçe somutlaşıyor. Nefret nesnesi toplumda karşılık buldukça sağduyu, kör bir fanatizmle; barış çağrısı ise, acımasız bir hasımlıkla cevaplanıyor. Bu durum son derece maddi iki özellikten kaynaklanmakta:

Birincisi; AKP, tek başına iktidar partisiyken geçici hükümet statüsüne düştü, koalisyon olasılığı ile karşı karşıya kaldı ve Erdoğan başkan olamadı. Ancak bunlar politikanın görüngüsel sonuçlarıdır. “Yeni Türkiye” ismiyle anılan projenin burjuva demokrasisi sınırlarında gerçekleşmesinin mümkün olmadığının ortaya çıkması, rejimin tutumunu sertleştirmiştir. İktidarı kaybetmek istemeyen AKP, rıza yerine polisiye ve askeri tedbirleri öncelediği politik momentte, bazı ilişkilerini güvence altına alma gayretindedir. Bilhassa İncirlik mutabakatı üzerinden, hava üslerini koalisyon güçlerine açarak, ABD ile ilişkilerini restore etmenin bir fırsatını yakalamıştır. AKP için ABD ile ilişkilerin canlandırılması, IŞİD bahanesiyle Suriye’ye dönük askeri operasyonlarda ABD’ye bölge ve enerji kaynakları üzerinde belirleyici olma imkânı sunarken; AKP’ye “güvenlikli bölge” ve Esad’sız Suriye hırsını gerçekleştirme imkânı vermiştir.

İkincisi; parti hem son dönemde kendi içinde yaşadığı gerilimlere hem de muhalefetten yükselen tepkilere politik-psikolojik motivasyonla cevap vermeye çabalamaktadır. Böylesi bir çaba, klasik faşizm dönemin bir özelliğini, nefret nesnesi üzerinden belirginleştirir. Terry Eagleton, Nazi rejiminin köktenciliğini gösteren nefret nesnesini şöyle anar: “Ötekini yok etmenin çirkin hazzı, kendinize yaşadığınızı ispatlamanın tek yolu haline gelir.” AKP’nin nefret nesnesi olarak Kürt muhalefeti ve solcular da, rejimin hegemonik olmadığını, Erdoğan’ın Saray’a sıkışmışlığını, Gezi’den Kobanê protestolarına dek AKP’nin belirsizliklerini bizzat rejime göstermektedir. Bu da politik hıncı tetikleyen ciddi bir etkendir.

MİKRO-OHAL

AKP’nin açılım ve çözüm sürecinde ısrarla vurguladığı nokta, devletin gerek nefret nesnesi (Kürt halkına yönelik nefret) gerekse (faili meçhuller, OHAL, JİTEM vb.) güvenlik paradigması bakımından “değiştiğini”, askeri vesayetle mücadele üzerinden kurucu rejimin kalıntılarıyla hesaplaştığını ispatlama girişimiydi. Ne var ki seçimlerden ve Suruç Katliamından bu yana, rejim, kontr-gerilla tekniklerini ve ara-savaş formunu tekrar diriltmiştir.

Erdoğan sınır-içi ve sınır-dışı operasyonların yoğunlaşmasıyla ilgili “Artık 90’ların Türkiyesi değiliz” diyorsa da “özel güvenlik bölgesi” adı altında kademe kademe mikro-OHAL ilan ediliyor. 2565 Sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu’nun ilgili maddesine dayandırılarak valiliklerce ilan edilen “özel güvenlik bölgesi”, 15 gün ila 6 ay kadar sürebiliyor. Aslında bunlar, savaş literatüründe “no man’s land” dedikleri bölgelere benziyor. “Vatandaşların huzur ve güvenliği” için girişlerinin yasak olduğu mikro-OHAL bölgeleri, bir şekilde insansızlaştırılıyor. Şimdiye dek, Antep, Urfa, Tunceli, Şırnak, Hakkâri gibi 8 ilde 30’dan fazla noktada mikro-OHAL ilan edildi. 1990’ların terörle mücadele dönemi gibi Dersim’deki Esenevler mezrasının askerlerce boşaltılmasının istenmesi de çıkan haberler arasındaydı.

OHAL tarihini hatırlamak önemli olabilir çünkü AKP’nin “demokrat”lığının sınırları da böylelikle görülebilir: Terörle mücadele konsepti uyarınca 19 Temmuz 1987 tarihinde başlatılan OHAL, 46 kez uzatıldı; her 4 ayda bir uzatılan OHAL, ondan fazla ilde sürdürüldü. “Mücavir il” uygulamasıyla birlikte Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkâri, Mardin, Siirt, Tunceli, Batman, Şırnak, Adıyaman, Bitlis, Muş ve Van’da OHAL uygulandı. 1987 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal tarafından OHAL bölgelerine “süper vali” olarak anılan “OHAL Valisi” atanması uygulamasına geçildi; Hayri Kozakçıoğlu ile birlikte 6 OHAL valisi görev yaptı. OHAL uygulamasını kaldırmak AKP iktidarının 30 Kasım 2002 tarihindeki ilk icraatı oldu. Ancak bugün gelinen aşamada, AKP, güvenlik paradigması açısından tekrar 90’lara sıçradı ve Erdoğan, politik rol-modeli kabul ettiği Özal’ın izinden gittiğini gösterdi.

“Yeni Türkiye” standartlarına uyumlulaştırılmış mikro-OHAL uygulaması, “süper valilere” benzeyen mülki amirlerce uygulanıyor. Bu da faşistleşme sürecinde parti-devlet bütünleşmesinin en bariz işaretlerinden birisidir. Çünkü valiler, kamu yararı ilkesini gözeten devlet memurundan ziyade, iktidar partisinin bir görevlisi gibi davranmakta; “özel güvenlik bölgesi” ilanı kararlarını peş peşe vermektedirler. Mikro-OHAL ilanıyla, rejimin operasyonları sırasında herhangi bir görgü tanığına ya da canlı kalkana müsaade etmemek amaçlanmaktadır. Mikro-OHAL bölgelerinde ortaya çıkan hukuksuz uygulamaların ve polis şiddetinin “2565 Sayılı Kanun” ile meşrulaştırılması planlanmaktadır.

Ayrıca, “özel güvenlik bölge”leriyle batı ile doğu arasında olası bir duygudaşlığın ve iletişimin izolasyonu da hedeflenmektedir. Mikro-OHAL, ara-savaş formu olarak hukukun ve devlet zorunun iç içe geçtiği bir an olmasından ötürü, ilan edilen bölgelerdeki Kürt halkı, anaakım veya yandaş medya aracılığıyla, doğrudan “şer odağı” gibi algılanabilir hale getirilmektedir. Silopi’de 3 kişinin yaşamını kaybettiği, yaşlıların ve çocukların yaralandığı, evlerin yakıldığı, hastaneye yaralı götüren araçların bile tarandığı polis terörü karşısında kamuoyundaki suskunluk, tam da böylesi bir ortamdan, dayatılmış ve yalıtılmış kaygılardan kaynaklanmaktadır.

Gelinen noktada, politik-savaş ortamı ve mikro-OHAL vasıtasıyla yaratılan devlet terörü, rejimin iktidar arzusunun bir sonucudur. AKP, iktidarı ele geçirmek için şiddete başvurmaktan çekinmemektedir. Marx, 18 Brumaire’de “Devletin tepesinde keman çalındığı zaman aşağıdakilerin oynamaya koyulmamalarını nasıl bekleyebilirsiniz?” der; AKP de iktidarda kaldıkça kitlelerin “hassasiyetlerini” kaşıyacak ve “terör” olgusu üzerinden toplumu kamplaştıracak bir keman çalmaktadır. Bu nedenle AKP varoldukça bir barış ortamı veya bir çözüm beklemek nafiledir.