Belgesel fotoğrafın sanat olma gibi bir kaygısı olmadığını biliyoruz ancak kullandığı görsel dil ve bazı fotoğrafçıların gösterdiği mükemmeliyetçi yaklaşım nedeniyle...

Belgesel fotoğrafın sanat olma gibi bir kaygısı olmadığını biliyoruz ancak kullandığı görsel dil ve bazı fotoğrafçıların gösterdiği mükemmeliyetçi yaklaşım nedeniyle bazı örneklerinin sanat eserleri arasına sokulduğu varsayılır. Oysa asıl amaç salt gerçeği sunmak, yaşanılan gerçekliği fotoğrafa yansıtmaktır.
“Gerçeği aşma ya da başka bir gerçeklik yaratma demek olan sanat, düşle gerçek arasında kurulan bir köprüdür; ussal ile usdışı, düş ile gerçek, imgeler ile nesneler arasında bir bağ kurma etkinliğidir. Başka bir deyişle sanat, insanın kendini tanımasının serüvenidir. Sanatçı da yaşamın ve insanın gizini büyüsünü, önem ve değerini yansıtabilen kimsedir. İnsanın kendini tanıma gereksinimi sürdükçe sanat da sürecektir” diyor Fischer.

Ancak bunun yanında sosyal belgeselciler ele aldıkları konuyu, bir toplumsal problemi değiştirmek, düzeltmek, iyileştirmek için aynı zamanda sorunun bir parçası oluyorlar ve çektikleri fotoğrafı bu doğrultuda bir mücadele aracı olarak kullanıyorlar. Dünyada bu böyle... Salgado’nun Brezilya’da topraksız köylü hareketine verdiği destek -fotoğraflarından elde ettiği parayla aldığı topraklar ve üzerine kurmaya çalıştığı üniversite- bilinir. Sosyal belgesel fotoğrafçıların amacı hayatı estetize etmek ve güzel bir fotoğraf yaratmak olmadığı için ele aldıkları toplumsal sorunları, o alanda çalışan toplumsal örgütlerin içinde yer alarak işe başlıyorlar.

Ya da kendileri bu alanda çalışan kurumlar kurarak konunun derinlemesine içine giriyor ve düzeltilmesi için çaba harcıyorlar. Sosyal belgeselciler, yaptıkları çalışmanın merkezine kendilerini koymuyorlar. Ava çıkmış avcı misali çekim maceralarını anlatmıyorlar. Ya da kişisel başarılar peşinde değiller. Ele aldıkları konuyu gündeme taşıyorlar. Fotoğrafın tek başına toplumsal bir değişimi gerçekleşmesi için yeterli olmadığını bildiklerinden bir kamu vicdanı oluşmasına, bir siyasal duruşa tekabül etmesine yani toplumsal bir rüzgârı arkasına almasına katkı için çaba sarf ediyorlar... Ki değişim yaratabilsin.


1 Mayıs... İşçinin, emekçinin bayramı...
Meclis bayram olarak kabul etmiş! Lütfetmiş!
Türk-İş hükümetle anlaşmış... SSGSS yasası meclisten geçmiş...
Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçilerin içine sindi mi?
Sinmedi diyen varsa bu 1 Mayıs’ta haydi meydanlara.
Üniversitelerde tezgâhlanmak istenen faşist saldırılara karşı “bize bu filmi kaç kez gösterecekler, artık yeter” diyenler, haydi meydanlara.
‘Barış Gelini’ Pippa Bacca’nın kaldığı yerden yolculuğunu devam ettirmek isteyenler, meydanlara.

Laiklik- türban çatışmasının sürekli suni gündemde tutulmasına karşı gelip “asıl sorun emeğin sömürülmesini unutturmaktır,” diyenler meydanlara...
Tuzla tersanelerinde çalışan işçilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi, ölümlerin durdurulması için meydanlara.
Grevdeki tüm işçilere destek için meydanlara.
Ucuz işçi teranesiyle köylerinden göç ettirilip kentlerde gecekondularda üç kuruş paraya çalıştırılan, yıllarca sömürülen, sonra da kentsel dönüşüm palavralarıyla evlerini tepelerine yıkarken provakatör diye suçlanan insanların hakları için meydanlara.


Joel-Peter Witkin’in sözüyle yazımı noktalayayım: “Barışa ya da savaşa bakmaksızın, şimdi ve herhangi bir gelecekte harika fotoğraflar daima çıkacaktır. Biz hepimiz manevi ve politik varlıklarız... Hepimiz birer sosyal eylemci haline gelmeden, asla barış sağlanamayacak, yalnızca anlaşmazlık, toplumsal ve ruhsal sağlıksızlık olacaktır.”