Polyanna yorgun
Önceleri evde ekmek yapmalar, kitap listeleri oluşturmalar, inzivaya çekilmeler, öze dönmeler, ailece yapılan etkinlikler, pencerelerden alkışlar derken; Pollyanna görevini coşkuyla yerine getiriyordu. Sonra işin tadı kaçtı. İşsizlik çoğaldı, zaten bozuk olan ekonomi yere yaklaştı, ölümler arttı, hastalık bitmedi. Koca dünya küçücük bir virüsle baş edemedi.
HANDE ÇİĞDEMOĞLU
Eleanor H. Porter adlı yazar 1913 yılında bir kitap yazdı. Kitapta, koşullar ne olursa olsun mutlu olacak şeyler bulmaya çalışan, yaşadığı tüm olumsuzlukları mutluluk oyunu oynayarak karşılayan Pollyanna adında bir kız çocuğu vardı. Bu kızın adı, çocuk edebiyatı klasiklerinin başını çekecek; filmlere, tiyatro oyunlarına konu olacak, hatta “Pollyannaizm”, “Pollyanna prensibi”, “Pollyanna Hipotezi” gibi isimlerle psikoloji literatürüne geçecekti.
“Pozitiflik önyargısı” diye tanımlayabileceğimiz bu yaklaşım, ilk olarak 1969 yılında Boucher ve Osgood tarafından “Pollyanna hipotezi” olarak ortaya atıldı. Bu hipotez, insanların iletişim dilindeki yönelimlerine dikkat çekiyordu. Buna göre insanlar; olumlu kelimeleri, olumsuz kelimelere tercih ediyor, bunları daha sık ve çeşitli şekilde kullanma eğiliminde oluyorlardı. “İnsanlar hayatın karanlık tarafındansa aydınlık tarafı hakkında konuşmayı tercih eder” düşüncesi savunuluyordu.
İYİMSERLİK EĞİLİMİ
Araştırmalar, bilinçaltı düzeyde zihnin iyimser olana odaklanma, bilinç düzeyinde ise olumsuza odaklanma eğiliminde olduğunu gösteriyordu. 1978’de Margaret Matlin ve David Stang adındaki iki bilim insanı, buna dayanarak daha spesifik bir yaklaşım ortaya attı. İnsan beyninin; olumlu bilgileri, olumlu olmayanlara kıyasla daha kesin işlediğini savundular. İnsanın özellikle geçmiş deneyimleri düşünürken gerçekte meydana geldiğinden daha hoş hatırlama, olumsuz uyaranlardan kaçınıp olumlu uyaranlara yönelme eğiliminden bahsediyorlardı. Böylece insanların geçmişi düşünürken olumlu düşüncelerle donandıkları psikolojik bir ilke olarak kabul edildi. Tüm bu ampirik tanımların yanı sıra Pollyannacılık, toplumsal açıdan iyimserlikle eş anlamlı biçimde algılandı.
Hepimiz hayatımızın belli bir döneminde kendimize ya da dostlarımıza Pollyannacılığı tavsiye etmişizdir. Olayların iyi taraflarını görerek mutlu olmaya çalışmak; deyim yerindeyse avunmak, elbette kişinin kendini iyi hissetmesine yarıyordur. Ne var ki, bu avunma tercihi çoğu durumda yetinme duygusunu da beraberinde getiriyor. Pollyannacılık, olumsuz bir gelişme karşısında kişinin itiraz etmek veya sorgulamak yerine, durumu kabullenmesini kolaylaştıran bir tutum halini alıyor. Açıktır ki, yetinmek insanın baskın niteliği olsaydı; ne ateşi kullanır, ne tekerleği bulur ne de bugün durmak bilmeyen teknolojik buluşlara ihtiyaç duyardı. İnsanlığın bugün geldiği nokta, olumsuzlukları kabullenmemesinin ve mevcut durumla yetinmemesinin sonucudur.
GÜNCEL POLLYANNACILIK
Bir yıldan fazla süredir distopik bir kurgunun acemi kahramanları gibi yaşıyoruz. Şimdiye kadar her birimize aslında bir nefes kadar yakın olan ölümden bu kez birlikte korkuyor, her zaman yanı başımızda olan hastalıkların bir çeşidinden bu kez hep birlikte kaçıyoruz. Mutsuz olunan şeyler elbette yaşam koşullarına göre farklılık gösteriyor. Büyük bir çoğunluk iş ve aş derdinin getirdiği karanlıkla baş etmeye çalışıyor. Bunun yanı sıra; kaygı, belirsizlik ve umarsızlık ortak bir duygu olarak mutluluğun kapısında ket olmaya devam ediyor. Sıkıştığımız hücreden çıkmak istiyor, iyimserliği elden bırakmamak için çabalıyoruz. Bunun yolu ise pek çokları tarafından kabullenme ve avunmadan geçiyor.
İşte Pollyannacılık, yani pozitiflik önyargısı ya da iyimserlik olarak adlandırılan “oyun” burada devreye giriyor. İçinde bulunulan olumsuz koşulların iyi tarafını bulmak. Yaşadığımız süreçte bunu hepimiz yaptık. Önceleri evde ekmek yapmalar, kitap listeleri oluşturmalar, inzivaya çekilmeler, öze dönmeler, ailece yapılan etkinlikler, pencerelerden alkışlar derken; Pollyanna görevini coşkuyla yerine getiriyordu. Sonra işin tadı kaçtı. İşsizlik çoğaldı, zaten bozuk olan ekonomi yere yaklaştı, ölümler arttı, hastalık bitmedi. Koca dünya küçücük bir virüsle baş edemedi. Böylece; çocuklar sıkıldı, gençler bunaldı, yaşlılar vazgeçti. Sağlık örgütleri, bilim kurulları ve devlet adamları tarafından dayatılan yaşam tarzı herkesi mutsuz etmeye başladı. Üstüne bir de dostlar alışverişte görsün türünde tedbirler, bir aç bir kapalar, lebaleb etkinlikler yaşanınca her akşam izlediğimiz turkuaz tablo bizi kronik bir mutsuzlukla baş başa bıraktı. Üstelik fatura 84 milyonluk bir ülkenin her bir bireyine kesildi. Üzerine düşeni yapan da yapmayan da günde altı otobüs dolusu insanın cenazesi, bir şehir dolusu insanın hastalık tanısının sorumlusuydu artık.
Kaygının, mutsuzluğun, umarsızlığın ve küskünlüğün boyutu ve şiddeti gittikçe büyüyor. İşin kötü yanı ancak alışırsak ya da yok sayarsak bu duygularla baş edebileceğimize inanır hale geldik. Hayatın keyifsiz bir yolculuk olduğunu kabul edersek; beklemez, ummaz, hayal etmez ve bunun için savaşmazsak ayakta kalabileceğimizi hissediyoruz. Gözyaşı, kuruyan bir şey olmasaydı, dünya bu çağlayanla dönecek güçte olmazdı. Hiçbir acı, yirmi dört saat ya da bir ömür yaşanmıyor evet. En onulmaz mutsuzluklar bile kuşun kanadında bir anlığına da olsa havalanıyor. Ancak o kuş kendiliğinden gelmiyor cama. Onu görmek için en azından başımızı gökyüzüne kaldırmamız gerekli. Mutluluk elbette herkesin hakkıdır ama Pollyannacılık gibi gözü kapalı yöntemlerle ulaşılan mutluluk, sorunları yok sayarak gerçekleşiyorsa ne kadar anlamlı?
ALGIYI DEĞİL, KOŞULLARI DEĞİŞTİRMEK
Fazla iyimserliğin insanı aptallaştırdığını ve tembelleştirdiğini düşünürüm. Mücadele etmenin ve geri çekilmemenin yolunun iyimserlikten ziyade tutkunluk ve umuttan geçtiğini de. Yaşadığımız zorlu süreçte yorgun kızcağız Pollyanna’dan medet ummak ne kadar anlamlı, artık bunu düşünmeli. Bu eli kolu kalkmaz haldeki eski dostun ardından yas tutmak yerine, hayata tutunmak için başka tavırlar geliştirmeli.
Alışmak, avunmak ve vazgeçmek kolaycıların işi. Gerçekliğin hiçbir yönünü yok saymadan ve koşullar karşısında pes etmeden; sorgulayarak, itiraz ederek gerekirse savaşarak ayakta kalmanın, mutlu olmanın yolunu bulmalıyız. Bizim el ele yarını görmek için; güçlü, mücadeleci ve yaratıcı karakterleri yanımıza almaya, hatta onlarla bütünleşmeye ihtiyacımız var. Pollyanna bir kenarda dinlenedursun. Biz Köroğlu, Don Kişot ya da Peter Pan’la yola devam edelim.