Google Play Store
App Store

Yüzlerce postane çalışanı, Horizon adlı yazılım sisteminin hatalı verilerine dayanarak işlemedikleri suçlardan hüküm giydi. Skandalın gündeme şimdi düşmesine ise bir TV dizisi neden oldu: Mr. Bates Postaneye Karşı.

Postacı kapıyı iki kere çalar

Semiha Durak 
  
1933 yılının sonbaharında, ilk romanını yayınlamak  üzere olan  James M. Cain,  yayıncısıyla kitabın başlığı konusunda bir türlü anlaşamamışlardı. Epey uzun süren arayışın sonunda Cain,orijinal başlığı Bar-B-Q olan polisiye türündeki romanın ismini yayıncısının itirazlarına rağmen ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ olarak değiştirmeye karar vermişti.  Yıllar içinde,  20. yüzyılın en önemli polisiyelerinden biri olarak kabul edilecek olan bu romanda kapı çalan bir postacıya rastlamayan  meraklı okurlar Cain'e neden böyle bir başlık seçtiğini sormuşlardı. Cain, zili iki kez çalmanın eski bir İngiliz geleneği olduğunu açıklayarak,  bu geleneği gecikmiş adaletin yerine geçen bir metafor olarak seçtiğini anlatmıştı. “Gerçek suçluların postacının çaldığı kapıya ikinci çalışta cevap vermeleri gerekiyor” diyordu.

Bugünlerde Britanya'da postacılar kapıyı ikinci kez çalmaya hazırlanıyor. Bu defa kendileri için. Gecikmiş adaleti şimdi kendileri için arıyorlar. Britanya tarihinin gelmiş geçmiş en büyük adli hatalarından biri olarak kabul edilen Postane Skandalı bu haftanın en çok konuşulan haberlerinden biri oldu. Aslında söz konusu skandal yeni bir olay değil. 1999 ve 2015 yılları arasında yüzlerce postane çalışanı, şube yetkilisi, Horizon adındaki yazılım programının hatalı verilerine dayanarak işlemedikleri suçlardan hüküm giydi. Bütün hayatları bir anda mahvolan yüzlerce insan arasında intihar edenler, hamileyken hapse girmek zorunda kalanlar, iflas edenler, evlilikleri bitenler, aileleri dağılanlar oldu. Skandalın mağdurlarından olan Pauline Stonehouse, katıldığı bir televizyon programında kendisini Edward Munch’ın ‘Çığlık’ tablosundaki gibi hissettiğini söylüyordu. “Dünya çıldırmış olmalı. Ama en kötüsü eşimin bana o parayı gerçekten çalıp çalmadığımı sormasıydı. Evliliğim bitiş noktasına geldi. Postaneyi asla affetmeyeceğim” diyordu.

Böylesine büyük ölçekli bir skandalın ülke gündemine şimdi düşmesine ise geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir televizyon dizisi neden oldu. Bu aralar sosyal, ekonomik, politik sorunları televizyon dizileri üzerinden konuşur olduk. “Mr. Bates Postaneye Karşı”  haksız yere hırsızlıkla suçlanan yedi yüz kişinin başına gelen dramı anlatıyor. Skandalın şok edici ayrıntıları yıllardır rapor ediliyordu, ancak kampanyacıların çabalarına rağmen olayın ne boyutta olduğu böylesine su yüzüne çıkmamıştı. Raporlarda, tutanaklarda rakamlarla ifade edilen insanların yaşadığı trajediyi; postane müfettişlerinin baskıcı, zorba tavrını, bürokrasinin ve devletin kurumsallaşmış şiddetini ve bu tahakkümün ve şüphenin gölgesinde, en yakınları tarafından bile suçlanan insanların hikayelerini ancak  diziyi izleyince yakın plandan görebiliyorsunuz. Sanırım bir televizyon dizisinin bunca yıldır çözülemeyen birşeyi başarması bundan kaynaklanıyor. 
 
Skandaldan etkilenen mağdurların hikayesini detaylarıyla işleyen dizinin ardından başbakan Rishi Sunak da dahil olmak üzere politikacıların ilk tepkisi, olayı televizyondan yeni öğrenmiş gibi şaşkın bireyleri oynamak oldu.  Seyircilerin arasına karışıp kalabalıklar arasında sıyrılıp kaçacaklarını sandılar. Fakat, dizinin etkisiyle güçlenen kampanyacıların artan baskısı sonucunda Sunak, hırsızlık ve sahtekarlıkla  suçlanan tüm mağdurların isminin temize çıkarılması ve tazminat ödenmesini sağlayacak bir yasal düzenlemenin sözünü verdi. Bürokrasinin çıkmazlarında yıllardır çırpınan skandal mağdurlarının hakları olan adalete kavuşması için harekete geçildi. Sürecin hızlanması, daha adil bir şekilde devam edecek olması  sevindirici elbette. Ama iktidar, kar ortakları ve bürokratların  kayıtsızlığı ve tahakkümünün yol açtığı kalıcı zararı;  kayıpları, travmaları, güvensizliği hangi  rakam karşılayabilir? Böylesi yıkımların, trajedilerin yarattığı izlerin bireysel ve kolektif hafızadan silinmesi asla mümkün değil. 
 
Horizon’un hatasız işleyen bir sistem olduğu iddiasıyla hesaplardaki açıklar için postane çalışanlarını sahtekarlık ya da beceriksizlikle suçlayarak örtbas eden skandalın izi sürüldüğünde,  sorunun kaynağının 90'lardaki John Major'ın Tory hükümeti dönemine uzandığı görülüyor. Horizon, hükümet  tarafından önerilen ilk özelleştirme girişimlerinden  biriydi ve Fujitsu (90’larda International Computers Limited) en ucuz teklifi verdiği için ihaleyi kazanmıştı. Kusuru ucuzluğundan mı kaynaklanır bilinmez ama büyük trajedilere neden olan bu yazılım sistemi aslında daha büyük bir sistemin küçük bir uzantısı ve tıpkı onun gibi kusurlu, ucuz ve  insani olmayan özelliklere sahip özelleştirme politikalarının sonucudur. Skandalın biraz daha derinlerine gittiğimizde, bireysel ve toplumsal, bugünü belirleyen her türlü sorunda olduğu gibi, yine  kapitalist sistemle içiçe geçmiş bürokrasinin çürümüşlüğü, bu ikilinin mükemmel birlikteliği ile karşılaşmak şaşırtıcı olmasa gerek.
 
Antropolog David Graeber, Kuralların Ütopyası’nda tarihsel, politik, felsefi açıdan tüm dinamikleriyle incelediği ve kurumsal şiddet olarak ifade ettiği bürokrasinin tarihinin postanelerle başladığını anlatıyor. Modern bürokrasinin Alman ve Amerikan posta örgütlenmesini model aldığını, yukarıdan aşağıya askeri örgütlenme biçimlerinin kamu yararına uygulanmasına yönelik ilk girişimlerden biri olduğunu söylüyor.  Başlangıçta görevi saha raporları ve askeri emirleri uzun mesafelere iletmek olan postanelerin imparatorlukları bir arada tutmayı sağlayan kurumlar olduğunu belirtiyor. Graeber'in söyledikleri ışığında bu skandala tekrar bakınca,  bürokrasinin tam da başladığı yerden çatırdadığını ve aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya çürüyerek çökmekte olduğunu düşünmemek elde değil. 
 
Alman ya da Amerikan postanelerinin nasıl işlediğini bilmiyorum ama Britanya'daki postane yapısı ülkenin siyasi biçiminin bir yansıması gibi; özel, devlet ve kraliyet kurumu olarak, birbirinden ayrı ve içiçe, üç ayrı modelle yönetiliyor. Postanenin bu skandala dek pek bilinmeyen başka bir özelliği de kendi çalışanları veya  temsilcilerine karşı  savcılık statüsüyle dava açabilen bir kurum olması.  2019 yılına dek Postanenin CEO'su olarak görev yapan Paula Vennell’in, görevi devraldığında ilk söylediği şeylerden biri  "Hıristiyan değerleriyle hareket ettiği” olmuş. Bir de üstüne   kraliçe tarafından onurlandırılması, kurumun ilginç ve karmaşık yapılanmasına dair ipuçları veriyor. Vennells şimdi skandalın patlamasının ardından yapılan kampanya ve toplanan imzalar sayesinde  kraliçeden aldığı ünvanı geri vermek zorunda kaldı. Fakat skandala göz yumma ve örtbas etmedeki suçları ve sorumluluğundan dolayı herhangi bir ceza alıp almayacağı henüz belli değil. Şu anda görünen manzara, mağdurlara verilmesi planlanan £500 milyon sterlinlik tazminatın faturasının yine vergi mükelleflerine ödetileceği şeklinde.
 
Bu skandalın  kar odaklı politikaların  ve beceriksiz yönetimlerin sonucu olduğu açık. Ama biraz daha geniş bir perspektiften bakarsak bütün bu olanları teknoloji ve insanlık arasında hızla yaklaşmakta olan kaotik savaşın sirenlerinden biri olarak da görmek mümkün. Televizyonda ‘Mr Bates Postane'ye Karşı’  başlığı alan bu olayı, gerçek hayatta ‘Algoritmalar Andoritmalara Karşı’ olarak da okuyabiliriz. Teknolojinin muazzamlığına, harika şeyler yapabileceğine ve onu benimsememiz gerektiğine elbette  inanıyorum ama antik çağ yazarlarından Sofokles'in öngörüyle söylediği gibi  "Muazzam hiçbir şey, lanetini yanında getirmeden ölümlülerin hayatına girmez."

Teknolojinin yenilikler kattığı dünyadan,  insana dair eski ama güzel ve anlamlı olan şeyleri eksilttiğini,  sildiğini artık her gün konuşur olduk. Ama yine de ufukta bizi neyin beklediğini hala kimse bilmiyor. Bir toplumun gelişmişlik seviyesini sahip olduğu teknolojiler belirliyor evet; ama neticede bütün toplumlar,  onu oluşturan insanlar üzerinden tanımlanır. Ve bu  lanetli labirentten çıkış yolunu da teknoloji değil, yine  onu yaratan insanlar bulabilir. Aradığımız cevabın, bizi çıkışa götüren yolu gösteren pusulanın metaforlarla yüklü hayatın içinde bir yerlerde olduğu kesin. Tıpkı  Postacı filminde, şair Pablo Neruda ve postacı arkadaşının metaforların etrafımızda nasıl dönüp dolaştığını konuştukları o güzel sahnede olduğu gibi,  belki de ”tüm dünya başka bir şeyin metaforudur.”. Aslolan, onu nasıl tanımladığımız ve anlamını nasıl değiştirip dönüştürdüğümüz. Sirenlerin gürültüsü arttığında, metaforlara ve  zili ikinci kez çalacak postacıların gücüne her zamankinden daha çok ihtiyaç olacak.