İşçilerin yoğunlukla yaşadığı bölge şehrin yukarı kısmıdır. Yaklaşık 6 bin madenci dağın tepesinin yakınlarına kurdukları çadırlarında, hâlâ tükenmemiş olan gümüş, bakır, çinko ve kurşun madenlerinin üzerinde uyurlar.

Potosi Madenleri: Bir avrupa sömürgeciliği hikâyesi

Marcello Musto - Akademisyen 

Bolivya Potosi’nin zenginliği Avrupa tarafından ilk olarak 1545 yılında, bir grup İspanyol istilacının yeraltı zenginliklerinden istifade etmek için bölgeye yerleşmesiyle fark edildi. Şehir çok kısa sürede büyüyerek 160 bin nüfusa kavuştuğunda ne Paris ne Roma ne Londra ne de Sevilla’da bu kadar insan yaşıyordu. 

Şehrin ünü tüm dünyayı dolaştı. Latin Amerika’dan İspanya’ya bir köprü inşa edecek miktarda, yaklaşık 50 bin ton gümüş şehrin damarlarından çıkarıldı.

Dünyanın en büyük gümüş madenine sahip Potosi’den devasa parçalar halinde çıkarılan metaller lamaların sırtında Şili limanına taşınıyor, oradan da İspanyol savaş gemileriyle kıtayı terk ediyordu. Yerli halk köleleştirilmişti fakat insanlık dışı koşullar on binlercesini öldürmeye başlayınca, sömürgeciler Afrika’dan 30 binden fazla köle “ithal etti.” Avrupa “medeniyeti” yağma ve soykırım diye okunuyordu.  

İNSAN YİYEN DAĞ 

Potosi sokaklarına girdiğinizde, 4.800 metre yüksekliğindeki Cerro Rico –insan yiyen– dağını fark etmemeniz mümkün değildir. Etkileyici hacmi, kızıl ve çiçek bozuğunu andıran pütürlü yüzeyini dolaşan kamyon ve insan siluetleri, bir yandan dağı bozup bozup yeniden kurarken bir yandan da aşağıya değerli madenlerini taşır. 

İşçilerin yoğunlukla yaşadığı bölge şehrin yukarı kısmıdır. Yaklaşık 6 bin madenci dağın tepesinin yakınlarına kurdukları çadırlarında, hâlâ tükenmemiş olan gümüş, bakır, çinko ve kurşun madenlerinin üzerinde uyurlar. Aletlerinin kabalığına rağmen birer zanaatkâr gibi çalışırlar. Onlarınki dünyanın en korkunç mesleklerinden biridir, yalnızca yorucu değil ölümcüldür de. Hiçbir güvenliği olmadığı için bir anda da ölebilirler, “Zengin Dağın” ağzında verdikleri her nefesle silikoza yaklaşarak zaman içinde de. 

Kadınlar, dağın derinliklerinde iyi karşılanmaz. Ancak palliralar, yani vefat eden madencilerin eşleri, zaman zaman madenlere girip çıkan kamyonlardan düşen taşları toplayarak geçimlerini sağlama hakkına sahiptir. İşçilerle birlikte pazara gider, günlük ihtiyaçlarını, özellikle de o yükseklikte tüm gün çalışmak için elzem olan koka yapraklarını, nefes almaya yardımcı olan okaliptüslü sarma sigaralarını ve ağır çalışma koşullarına dayanabilmek için molalarda tükettikleri saf alkolü (96°) satın alırlar.  

CEHENNEMİN KAPILARI  

Dışarıdaki ağır sıcaklara rağmen birkaç yüz metre sonra hava sıfırın altına düşer. Kimi yerlerde sarkıtlar yolculuğu zorlaştırırken, bazı yerlerde ise su dizlere kadar derinleşir ve işçilerin botlarına dolabilir. Diz üstünde ilerlemeye mecbur kalınan kısımlar gibi. Kask lambasının titreyen ışığından başka her şey kapkaranlık ve derin bir sessizlik halindedir. Bu sessizlik bir anda bir tondan fazla mineralli toprak taşıyan bir el arabasının gürültüsü ile bozulabilir. Tekerlekleri yıllar geçtikçe işlevini yitirdiği için genellikle sürüklene sürüklene götürülen el arabaları. Bu sürüme işlemi dikkat gerektirir, el arabasına yer açmak için kimi zaman duvarlara yapışarak ilerlenir. 

İlerledikçe, sıcaklık bir anda 40 dereceyi bulur ve bu hızlı geçiş işkence çektirir. Zemin artık ıslak değil sıcaktan kavrulmuştur ve hava oksijensizlikten basmaya başlar. Her yeri toz kaplar; boğazı, ciğerleri ve gözleri. Birkaç on metre daha ilerleyerek yolun sonuna, uğultuların arasına karışmanız gerekir. Burada en zor işi yapanlar, yani sondajcılar çalışır; duvarları el yapımı dinamitlerle patlatırlar. En korkunç şartlarda, neredeyse çıplak biçimde çalışırlar. Kimileri cehennemin ilk katına, 240 metre aşağıya inerek vücutlarının ancak sığdığı tünellerden kafalarını çıkararak, haftalık ücretlerini karşılayacak kadar çinko, teneke ya da kurşun ararlar. 

Yolculuğun dönüşü uzun sürer. Uzaklarda bir ışığın parıltısını gördüğünüzde, hayata döndüğünüzü düşünürsünüz. Güneş ışığını ve sıcaklığını paylaşırken, diğer minerolar içeri girmek için sıradadır. Nazik fakat yorgunluktan keskinleşmiş yüzlerine bakarken, on yıllar boyunca her günü bu cehennemde geçirmenin nasıl mümkün olduğunu düşünmekten kendinizi alamazsınız. 

YARI-SÖMÜRGE EKONOMİ 

Son birkaç on yılda, Bolivyalı madencilerin sayısı dikkate değer bir biçimde azaldı. Şu an aktif çalışan nüfusun yalnızca yüzde 1,5’ini oluşturuyorlar. Fakat ülke ihracatının yüzde 25’ini oluşturuyorlar ve nakliyatında, makine inşasında ve ticaretinde toplam 300 bin kişi çalışıyor. Her ne kadar Bolivya dünyanın en büyük yedinci gümüş ve kurşun ihracatçısı olsa da ekonomisi hâlâ yeterli bir geçim yolu sunmuyor. Madencilerin yüzde 90’ı küçük kooperatiflere çalışsa da hâlâ kurşunun yüzde 85’ini, çinkonun yüzde 80’ini ve gümüşün yüzde 75’ini satın aldıkları için, sektör yabancı çokuluslu şirketlerin hâkimiyetinde. 

Bu durum maden araştırmalarında herhangi bir gelişme de sağlamadı; bugün kullanılan madenlerin neredeyse hepsi sömürge dönemiyle tıpatıp aynı durumda. Altyapıda da herhangi bir değişiklik yok, mineraller hâlâ 1892 yılından kalma antik raylı sistem tarafından taşınıyor. Ulusal egemenliğin getirdiği ilerlemeler ise yeterli değil: Bolivya kurşun ve gümüşün yalnızca küçük bir kısmını arıtabiliyor, çinkoya ise dokunamıyor bile. Dolayısıyla yalnızca sektöre hâkim olan aynı çokuluslu şirketlerin merkezleri olan ülkelere hammadde ihracatı ile yetinmek zorunda kalıyorlar. Milyon dolarların kazanıldığı bir piyasada ancak metelikler geride kalıyor. Yabancı şirketler ise yalnızca yüzde 8 vergi ödüyor; geçmişte kamuya ait Comibol’un ödediği yüzde 56’dan çok daha aşağısını. 

Bu gerçekliğin karşısında, doğaya verdiği zarar ve yenilenemeyen kaynakların gaspı düşünüldüğünde, Bolivya’nın kamulaştırma yoluna gideceğini umut ediyoruz. Yarı-sömürge ekonomisine son verebilmek ve onun yerine yerli toplulukların taleplerine saygılı, ekolojik olarak sürdürülebilir bir modernleşme sürecine geçebilmek için.  

Çevirmen: Yunus Emre Ceren