Promethe’nin yok edilişi ve kaybolan çiçekler

Semiha DURAK / Yazar, Araştırmacı

Pergel çizgisinin kusursuzluğu içinde dönen bir daire gibi hayal edilmiş dünyayı göğe kaldıran işçi elleri. İşçilerin ellerinde göğe yükselince, doğru düzgün dönüyormuş görünen dünyanın merkezinde “1 Mayıs” yazıyor. Eller ve dünya arasından rengârenk çiçekler saçılıyor. Daha doğrusu, geçtiğimiz günlerde hayata veda eden ressam Orhan Taylan bu afişi 1976’da yaptığında saçılıyormuş çiçekler. Artık yoklar. Yıllar içinde, çiçekler yok olmuş. Kendisine sorulduğunda, “çiçekleri koyduğunuz zaman üç, hatta dört renk basmak gerekiyordu. Bu da maliyet demekti” diye açıklamış. Ama bana, dünya ile aramızda kurduğumuz, ya da kurmayı hayal ettiğimiz bağın ve umudun yitirilmesini hatırlatıyor bu yok oluş. Zaman içinde, belki de biz hiç fark etmeden kaybolan bütün güzel şeylere benziyor bu afişin solup giden çiçekleri. Ona bir söyleşide sorulan “kelimelerin yapamadığı, resmin yapabileceği şey nedir?” sorusuna verilmiş bir cevap gibi bu afişin hayat hikâyesi. Soruyu “üzerine kitap yazabilirim” diyecek kadar beğenen ve “resmin kelimelere yeni anlamlar kattığını” söyleyerek yanıtlayan Orhan Taylan’ın kendisinin bile yazdığından haberi olmadığı kitap, bu afiştir belki de. Kelimelerin anlatmakta eksik kalacağı mücadelenin, acının, kederin, hayal kırıklıklarının, unutmanın ve hatırlamanın tarihi, bu afişin silinen ve geriye kalan renklerinin altında gizli. Bir gün yeniden sokaklara taşmayı bekleyen kalabalıkların umudu da orada bir yerlerde.

“Bir resmin gizemi tam olarak nerede saklıdır? Resimde mi yoksa ressamda mı?” diye soruyor Orhan Taylan, gitmeden önce. Eserlerini ondan ve hayat hikâyesinden bağımsız değerlendirmek, Orhan Taylan’ın en önem verdiği şeyi; “anlam”ı kaçırmak olur. Taylan’ın hayat hikâyesi, yaşadığı dönemin tarihiyle birlikte, eserlerine yansıyarak rengârenk, çiçekli bir gülüş saçıyor. Kendi sesine kulak verip onunla ilgili yazılanları okudukça, çiçeklerin yok oluşu daha bir derin anlam kazanıyor gözümde.

Çiçek resimlerine çiçeğin olmadığı ortamlarda başlamış, yani cezaevinde. Annesi onu ziyarete gittiğinde, bahçesinde yetiştirdiği güllerden getiriyormuş her seferinde. Pencereleri tuğla ile örülmüş cezaevinde ışığa dönüşen çiçekler, zamanla Taylan’ın resimlerine yansıyor. “Dar ve sıkışık alanlarda, çerçeveden çıkmak isteyen çiçekler” bunlar. Kendi deyimiyle “Nazi kampından farksız” Mamak Cezaevi’ndeki ilk günleri, aslında güzel başlamış. Cezaevi yöneticisi Raci Tetik, onun ressam olduğunu öğrenince, tuvaller ve boyalar alıp resim yapmasını istemiş. Fakat çok geçmeden, Tetik’in gerçek niyeti anlaşılır. Taylan’a iki resim yapmasını söyler; birinde Kurtuluş Savaşı’nda elinde mermi taşıyan kadın; tam karşısına çizmesini istediği resimde ise, elinde silah olan küçük bir kız olacaktır. Tetik, küçük kızın elindeki silahın Kurtuluş Savaşı’nda mermi taşıyan kadının üzerine doğrultulmuş şekilde resmedilmesini ister. Orhan Taylan bunu reddedince de Mamak’taki resim macerası son bulur.

Baskı altında dahi ilkelerinden vazgeçmeyen aydın tavrının resim eğitimi için gittiği İtalya’da şekillendiğini, sadece rönesansı değil sol literatürü de orada kavradığını öğreniyorum. Avrupa’nın 1960’lardaki kültür sanat çevreleriyle ilgili olarak “solcu olmayanla kimse selamlaşmazdı, yani aydın olmak solcu olmak demekti” diyor. Bunu şimdiki zamandan bakarak okuyunca, yüzlerce yıl geriye gidilmiş hissi uyanıyor içimde. İtalya’daki ’68 rüzgârının heyecanıyla, eğitimini yarıda bırakarak, “acilen devrim yapılması” inancıyla Türkiye’ye döner. Türkiye İşçi Partisi’nin kapısını çalıp “Troçkistler nerede? Onlarla temas kurmak istiyorum” diye sorar. Aldığı cevap “Dalga mı geçiyorsun, burada sadece İşçi Partisi var, başka bir şey yok” olur. Orhan Taylan’ın Türkiye işçi sınıfıyla, gerçek anlamda ilk yakınlaşması böyle başlar. İtalya’da sendika çevrelerinde karşılaştığı örneklerden aldığı ilhamla hazırladığı afişler, Türkiye sendika çevresi tarafından büyük ilgi görür. Hem dünyayı ellerinde yükselten işçi elleri hem de 1977 Kanlı 1 Mayıs’ının simgesi olan, bir eli zincire vurulmuş işçinin olduğu, tarihe damga vuran, iki afişin ilk tohumları atılmış olur.

Politik olarak kendini net bir şekilde tanımlarken, sanatını belli bir akımla sınırlamaktan uzak durmayı seçmiş. “Sanatçının her çeşit otoriteden bağımsız olmak mecburiyeti var” diyerek açıkladığı “bağımsızlık” ilkesi, kendini neden belli bir akıma dahil etmek istemediğinin cevabı olabilir. Amerika’da bir sergide, “siz hangi akımdansınız” diye soran gazeteciye “biz kendimize isim takmayız, bizde böyle şeyler ayıptır” diye cevap verince, “bir markette mesela bir deterjan var üstünde markası yok. Kim alır o deterjanı” karşılığını almış. Amerikalı gazeteciyle karşılaşması, akımlar konusundaki görüşünü daha da netleştirmiş olmalı ki, Türkiye’de çağdaşı olan ressamların sanatında etkili olan akımlarla mesafesini korur. Ona göre, bu akımlar olmayan bir gerçekliğin resmi, soyut coşkuların sanatıdır ve Türkiye’de karşılık bulmaması doğaldır.

Akımlarla arasına koyduğu mesafeden belki, ressamlardan çok edebiyat çevresinden arkadaşlar edinen Orhan Taylan, resme dair sorularının cevabını şiirde bulduğunu söyler. “Sadece rönesans ressamlarına değil, şairlere daha çok baktım” der. Pablo Neruda’nın şiirlerinde, devrimci bir şairin aşka ne kadar da güzel yaklaştığını gördüğünü belirtir. Şiirden aldığı güçle, Nâzım Hikmet gibi “hayata dair herşeyden söz edebilen” bir resim dili kurabilmenin telaşındadır.

Derdinin, sırf karşı olmanın çekiciliğiyle, karşı resim üretmek olmadığını; esas olanı, hayatın içindeki zıtların birlikteliğini yakalamaya çalıştığını anlatır. Çünkü ona göre, “hayat tek bir mekânda ve bir zaman kesitinde ifade edilemeyecek kadar zengindir.” Çerçevesine sığmayan, iç içe geçmiş mekânlar, zamanlar, insanlar, hikâyeler vardır resimlerinde. 1976 Antalya Film Festivali’nde “duvar resimlerinden korkuyorlar” dediği konuşmasını düşününce, sesinin kendi zamanından, uzamından taşıp şimdiki zamana ulaştığını hissediyorum. Renkleri, çizgileri kadar sesi de çerçevesine sığmıyor Orhan Taylan’ın. Zamanlardan, mekânlardan taşıyor.

Antalya’da yaptığı duvar resmi Promethe, onun tanımıyla “karanlığı hâlâ aşılamayan mahut askerî darbe” 12 Eylül’ün ardından, “komünizm propagandası yapıyor” denilerek üzeri boyanarak kapatılmış. 1990’ların başında, tekrar ışığa kavuşturulması gündeme gelse de bu mesele unutulup kalmış. Belki de her şeye oradan başlamak gereklidir şimdi. O taş duvar içinde hâlâ tutsak olan Promethe’nin yok edilişi ve dünya ile işçi elleri arasından kaybolan çiçekler, cevabı aynı olan sorunun içinde gizlidir çünkü. Çözülemeyen bulmacanın birbirine bağlı parçalarıdır onlar. Bir gün yeniden sokaklarda coşkuyla, cesaretle buluşmayı bekleyen kalabalıkların yitirdiği umut, Promethe ve çiçeklerin gün yüzüne çıkmasını beklemektedir geri dönmek için. Karanlığın aşılması Promethe’nin ışığına, çiçeklerin rengine kavuşmasıyla mümkün olabilir ancak.