Psikoloji kendini özgürleştirebilir mi?
İçinde bulunduğumuz hız ve imaj dünyasında yaşamlarımızdaki anlam boşluğu her geçen gün büyürken, ana akım psikoloji bize düşük maliyetli yara bantları satmaya devam ediyor. Günü kurtarmaya yönelik “araştırmalarla ispatlanmış” kimi tekniklerin sahiden de kısa vadede fayda sağladığını teslim etmek gerek ki işin doğrusu buna muhtacız da.
ELİF OKAN GEZMİŞ
Psikoloji, henüz 150 yaşında bile değil. Bugün anladığımız haliyle psikolojinin bir bilim dalı olarak doğuşu, Alman hekim Wilhelm Wundt’un insan davranışı üzerine deneyler yürütmek için bir laboratuvar kurduğu tarih olan 1879’a dayandırılıyor. Dolayısıyla, insanın duygu ve davranışlarının felsefenin meşgalesi olmaktan çıkıp başlı başına (üstelik ampirik) bir çalışma alanı haline gelmesi esasında hayli yeni bir gelişme.
Psikolojinin bu 150 yılı nasıl geçirdiği sorusuna verilebilecek en öz yanıt herhalde “kendini ispatlamaya çalışarak” olacaktır. Kendisini önce bir bilim, ardından da saygın bir meslek grubu olarak diğer bilim dallarına ve topluma kabul ettirme çabasının bugün hâlâ sürdüğünü, böyle giderse epey de süreceğini söyleyebiliriz. Zira psikolojinin bilimsellik iddialarının temelinde ciddi boşluklar var. Bu konuda detaylı bir tartışma1 kaleme alan Tolga Yıldız’ın anlattıklarına bakılırsa ampirik bulguların geçerliliğinin en temel kriterlerinden olan “tekrarlanabilirlik”, insan gibi değişken bir örneklemde psikologların sandığı veya umduğu kadar işlemiyor. Daha fenası, anlaşılan o ki araştırmacılar da olan bitenin farkında ancak kendilerince çeşitli gerekçelerle bunu görmezden gelebiliyorlar.
Psikologların var olma mücadelesinde göz yumdukları tek şey bu değil, üstelik. Başta tamamen araştırma odaklı akademik bir disiplin çerçevesi çizen psikolojinin bugün anladığımız haliyle “sahaya inip” bir mesleğe (psikolog) dönüşmesi I. ve II. Dünya Savaşları’nın sonucudur. Wundt’un çalışmalarıyla aynı dönemde Amerika’da da akademik bir disiplin olarak filizlenmekte olan psikoloji, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle zorlu bir görevle karşı karşıya kalır: Amerikan devleti, psikologlardan çeşitli testler geliştirerek cephede savaşmaya psikolojik açıdan en uygun askerleri tespit etmelerini ister. Ancak savaşta kimin daha az, kimin daha çok travmatize olabileceğini ölçmek elbette öyle kolay olmadığından, bu testler pek bir işe yaramaz ve iki savaş yüz binlerce gazide (ve kuşkusuz, sivilde) psikolojik yıkıma yol açar. Bu da ülkenin dört bir yanında çok sayıda kişiye psikolojik tedavi hizmeti sunulması ihtiyacını doğurur fakat mevcut hekimlerin sayısı, talebi karşılamaya yetmez. Hal böyle olunca, başta psikolog ve hemşireler olmak üzere alanla temas halindeki diğer profesyonellerin bu tedaviyi yürütebilecek şekilde yetiştirilmesi gerekir: İlk klinik psikoloji doktora programlarını kuran, ABD Eski Muharipler Dairesi olur. Kısacası, psikologluk dendiğinde akla gelen klinik psikoloji pratiği, varlığını savaşlara ve bu savaşlarda devletle kurduğu işbirliğine borçludur. Bu işbirliğinin halen büyük oranda devam ettiğini söylemek de herhalde çok yanlış olmayacaktır.
Zira psikolojinin devletle kesemediği göbek bağı, ara sıra kendi ayağına dolanıyor. Bunun en büyük örneğini 2008’de gördük: ABD’nin Afganistan ve Guantanamo’da tutuklulara işkence yaptığı haberinin duyulmasından kısa bir süre sonra psikologların da bu işkencelerde hazır bulunduğu, hatta işkence yöntemlerini doğrudan geliştirdiği öğrenildi. Amerikan Psikologlar Birliği (APA), zevahiri kurtarmak için bir komisyon kurup dönemin ABD yönetimiyle ağız birliği etmişçesine bir açıklama yapmış; bu açıklamada işkenceye kesinlikle karşı olduklarını ancak ulusal güvenlik tehdidi söz konusu olduğu için psikologların elinden geleni yapması gerektiğini ifade etmişti. ABD’ye ve APA’ya kalırsa yapılan şey işkence değildi; “gelişkin sorgu teknikleri” kullanılıyordu sadece.
Amerika merkezli bir depremin Türkiye’den hissedilmemesi elbette düşünülemezdi. O dönem sızdırılan ve işkencelerde psikologların rolünü açık eden yazışmalarda APA yönetimi adına konuşan isimlerden biri olan Stephen Behnke, dönemin APA Etik Kurulu başkanıydı. Bu skandal hâlihazırda patlak vermişken, Türk Psikologlar Derneği (TPD) onu İstanbul’a etik konulu bir konferans vermesi için davet etti. Hafızam beni yanıltmıyorsa, yoğun itiraz ve protestolara rağmen TPD etkinliği iptal etmedi ve oturum, tepkilerden çekinilerek kapalı bir toplantı halinde küçük bir grupla gerçekleştirdi. Gelgelelim, çıkan kriz görmezden gelinemeyecek boyutta olunca, yeni kurulan bir komisyon aracılığıyla, psikologların benimseyeceği psikopolitik ilkelerin tartışmaya açılması ve nihayetinde bir Psikopolitik Konum Bildirgesi yayınlanması, böylelikle TPD’nin de önemli konulara dair bir pusulasının olması hedeflendi. Fakat “bilime siyaset karıştırılmasından” rahatsız olduklarını ifade eden akademisyenlerden ötürü bu bildirge ne tartışılabildi ne de yayınlanabildi.2
Psikolojinin kabul görme çabasında suya sabuna dokunmadan egemene biat etmesinin bir uzantısının da işin pratik tarafında günbegün belirgin hale gelen sterilleşme olduğu söylenebilir. Zaten yeterince bozuk değilmişçesine giderek daha da bozulan neoliberal düzenin içinde var olma mücadelesi veren bireyin üstüne binen yük her geçen gün artıyor. Psikolojinin birey odaklı bakış açısı ise, bireyi güçlendirip özgürleştireceği yerde onu hayatında giden her şeyden sorumlu hale getirmiş durumda. Asgari düzeyde psikolojik refah için azami bir emek ortaya koymamız bekleniyor: Mutsuzsanız, belki de mutlu olmak için yeterince çabalamıyorsunuzdur. Ne de olsa araştırmalar, şunları şunları yapan insanların daha mutlu olduğunu gösteriyor. Peki siz bunların kaçını yapıyorsunuz? Ailevi koşullarınız, maddi durumunuz tüm bunlara engel oluyorsa ve koşulları değiştirmek mümkün değilse, ki çoğu zaman olmadığı varsayılıyor, bu sefer de bakış açınızı değiştirmeye ne dersiniz?
İçinde bulunduğumuz hız ve imaj dünyasında yaşamlarımızdaki anlam boşluğu her geçen gün büyürken, ana akım psikoloji bize düşük maliyetli yara bantları satmaya devam ediyor. Günü kurtarmaya yönelik “araştırmalarla ispatlanmış” kimi tekniklerin sahiden de kısa vadede fayda sağladığını teslim etmek gerek ki işin doğrusu buna muhtacız da. Ancak sistemsel kriz varlığını koruyor, bizler de her geçen gün derinleşmesini çaresiz bakışlarla izlerken anlık ruh hallerimizi toparlamak için yoğun çaba harcar halde buluyoruz kendimizi. Bilimsel bulgulara kulak verip yogaya başlamak veya bir hobi edinmek kuşkusuz hayat kalitemizi artırıyor ama bir yandan da, kendimize iyi bakmakla bu denli meşgul oluşumuz kozalarımıza çekilmemize, toplumla bağımızın zayıflamasına ve belki en önemlisi, dünyanın işleyişine etki edebilecek aktörler olduğumuzu unutmamıza neden oluyor. Kendimizi hapsettiğimiz bireysellik odasının içini ne kadar cicili bicili döşersek döşeyelim, içerideki yalnızlığımız baki kalıyor.
Bitirirken, psikolojinin kendi içindeki krizleri bir yana, fiili uygulamalarının çok sayıda kişinin hayatında belirgin bir etki yarattığını belirtmekte fayda var. Çizdiğim bu karamsar tablo, terapi odalarında yürütülen süreçlerin sağaltıcı potansiyeline engel değil. Ana akım psikolojinin dayattığı temelsiz önkabullere, geçici çözümlere fazlaca kulak asmayıp bireye yine psikolojisi bilgisi dahilinde ama daha geniş ve derinlikli bir çerçeveden bakan çok sayıda psikoterapist var; psikolojinin klinik anlamda bir başarısından söz edilebilirse, bunu onlara borçluyuz. Ancak bu psikoterapistlerin iyi bildiği ve uyguladığı her ne varsa bunların geriye dönük bir hareketle psikoloji bilgisini kökünden dönüştürmesi, psikoloji için tek çare gibi görünüyor. İnsanları özgürleştirme vaadindeki psikolojinin önce kendi zincirlerini kırması gerekiyor.
1 Tolga Yıldız, “Sosyal bilimlerin krizi: Psikoloji örneği”, Gazete Duvar, 7 Nisan 2019.
2 Ersin Aslıtürk, Psikolojinin Bilimselliği ve Depolitizasyon Egzersizleri: “Terör Psikolojisi” Neye yarar?, Eleştirel Psikoloji Bülteni 3-4, Eylül 2020