Toz bulutu, küller, yokluğun kokusu, çığlıklar ve sirenler etrafı kaplamadan, acı sonsuza dek mühürlenmeden, bir kent çocuklarına ağlamadan az önce uzun bir halayın ortasında elleri umutla birleşmiş, omuzları birbirine doğru büyümüş ağaçlar gibi kenetlenmiş çiçekli basmaları içindeki kadınlar zılgıtlarla adımlıyorlardı sokağı

Puset

BADE OSMA ERBAYAV

Köşedeki evin yeşil renkli bahçe duvarının dibinde bekleyen kara çarşaflı biri, eski püskü bir puseti çocuğun eline tutuşturuverdi.

“Hadi oğlum” dedi yanağını şefkatle okşayarak.

Çocuk, içindeki değerliyi incitmemek için yavaşça itti puseti sokağın orta yerine, en sevdiği oyuncak kamyonu sürer gibi. Adımları birbirini izlerken yarıldı kalabalık. Sağa sola birer birer çekildi eğlenenler. Yol verdiler pusetin geçişine.

• • •

“Ölümü bile sarıp sarmalayan bir yok oluş… Asıl düşüş de bu işte, her şeyin yanı sıra kendini de yok eden düşüş.”*

Kucağında açık duran kitabın sayfasını kenarından bir tırnak kıvırdı adam. İyice uzadı gece, kederli bir bakışmışçasına sündü bungun saatler. Uyku ondan yana hiç taraf tutmadı. Pofuduk yataklarında mışıl mışıl uyuyabilen erkek, kadın bunca insan fuşya renkli sardunyaların arasında umarsızca büyüyen ayrık otları misali nasıl da bitivermişti bu kentte? Aklı kadar hazmedemiyordu, usul usul kasılıyordu midesi. Kurtulamıyordu bedeni hüznün plastik kelepçesinden. “Çocukmuş” diyordu kafasındaki dev megafon. “Çocukmuş çoğu.”

Kalkıp bilgisayarın başına oturdu. İnsanların güneşi batmış olmalıydı. Nefret büyümüştü yine sayfalarda. Etnik küfürler, katlanılmayacak derecede öfke dolu sözler… Ölümün ırkı, dili, dini yoktu hani! Yalan. Soğurmuştu, tutmuştu acılar ışığı, salmıyordu kalpten dışarıya umudu. Uçurumlar açılmıştı insanların arasında. Sadece lanetliyorlardı ölümleri, cılız bir kınama sözü beliriyordu ağızlarda. İçleri bomboş, hissiz, ruhsuz, yerleşik bir tekrarla sarf edilen basiretsiz serzenişler… Barış dedikçe, umudu diledikçe daha şiddetli savaşlar, yıkımlar başlamıştı ülkede. Tepetaklaktı, acınasıydı her şey.

Mutfağa gitti. Soğuk su yine bitmişti. Dönüşte yatağında kim bilir hangi çocukluk rüyasının içinde yitip gitmiş olan kızına baktı. Güvenli uykusuna imrendi. Bir yaz yağmuru başladı az sonra. Sırtı ürperdi. Ruhu ürperdi. Huzursuzluğu daha da arttı.

Bir cevap bekliyordu sanki. Uykunun ölüme benzer karanlığına geçmeden önce almalıydı o cevabı. Kıvırdığı sayfayı düzleştirdi. Bir süre daha okudu. Sayfa seksen üçte durdu. Yitik bir gözün ihanetini düşündü. Evrensel bir alçaklık gibi, yitirilmiş bir gözün ihanetini. Kendini de yok eden o hazin düşüşü… Cezaevindeydi şimdi bu kitabın yazarı. Gözdağı. Bunlar hep gözdağı, diye mırıldanıyordu bir yandan.

• • •

Berivan belki de bir bahar karşılamasında sevmişti Baran’ı. Çocuk Esme’nin elinde sıkıca tuttuğu mavi gözlü sarışın bebek oyuncak fabrikasında henüz üretilmemişti o vakit. Aşkın bir diğerine çıkılan ruh göçü olduğunu adı gibi biliyordu ikisi de. Berivan’ın eteğinin içinde defalarca okunmuş bir mektup saklıydı. Bir fıstık ağacının gölgesinde uyuklamıştı geçen gün. Yazın acı sarı dinginliğinde uzanırken dilinde aşk türküleri mırıldanmıştı. Bugünü, arkadaşının kınasını beklemişti sevdiğini görebilmek için.

Akşam çöktükçe sokaktaki kalabalık arttı. Halaylar, türküler hız kazanmıştı. Hava bir nebze olsun serinlememişti. Yazın en sıcak günü olmalıydı. Gökte yarım bir ay kuytuları mavi ışığına boyuyordu.

Büyükler hellalleşirken diğer çocuklar kalabalığın içinde haz çığlıklarıyla koşuşturuyorlardı. Bir oyun bellemişlerdi. Pazen etekliklerin arasına çömelip birbirlerinden saklanıyorlardı. Masumiyetlerini de saklıyorlardı analarının arkasına.

Puset yolculuğunu tamamladı o an. Bir el ölümü çağırdı.

Toz bulutu, küller, yokluğun kokusu, çığlıklar ve sirenler etrafı kaplamadan, acı sonsuza dek mühürlenmeden, bir kent çocuklarına ağlamadan az önce uzun bir halayın ortasında elleri umutla birleşmiş, omuzları birbirine doğru büyümüş ağaçlar gibi kenetlenmiş çiçekli basmaları içindeki kadınlar zılgıtlarla adımlıyorlardı sokağı. Davulun tok vuruşları, zurnanın tiz nameleri, Berivan’ın Baran’a kaçamak bakışları, çocuk Esme’nin elindeki mavi gözlü bebek, gelinin telli duvağındaki neşeli yansımalar kına gecesinin mutlu tablosunu eksiksiz kılıyordu. Şiir gibi geceler vardır gülebilirken insanlar, pusuda bekleyeni, olur mu olmaz mıyı aklının ucuna düşürmeyen, öyle bir gece işte. Berivan’ın Baran’a aşkının hiç unutulmayacağı, destansılaşacağı bir zaman aralığı.

Çocuklardan kimisi bir daha bulunamadı o gece.

• • •

“Çocukmuş çoğu.”

“Başka bir çocuk katletmiş onları. Bir puset varmış. Bebeksiz bir puset. Kara çarşaflı biri tutuşturmuş eline.”

Nefesi tıkandı. Kustu, kustu, kustu adam. Öğürtüleri gecede yankılandı.

Patlak bir motor sesi yırttı sessizliği. Çöp tenekesine fırlatılan bir bira şişesi kim bilir kaç parçaya ufalandı. Gevrek bir erkek kahkahası duyuldu bahçe kapısının önünde. Saat yediye doğru sabah yağmuru dindi. Toprak, kokabildi şehre rağmen. Yarım saat geçmedi kuşlar ve köpekler günün ilk hayat belirtilerini verdiler. Kuzgunlar bir kemik parçasını karşı apartmanın çatısına büyük bir patırtıyla düşürdüler, birbirleriyle dalaşarak eklem topuzunu kemirdiler.

*Alıntı Aslı Erdoğan’ın Kırmızı Pelerinli Kent kitabındandır.