HDP’yi hedef alan ve yılbaşından bu yana dozu artarak devam eden saldırılar aslında çok şeyin habercisi. Bu saldırıları teşvik eden ve yönlendiren bir iktidar dili olduğu konusunda demokrat ve sol çevrelerde bir fikir birliği söz konusu. Bu saldırıların iktidar odaklarının “bilgisi” dışında gerçekleşmesi ise çok mümkün değil

Puslu havada güneşe yolculuk

> GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN @grkanoztan

Puslu hava benzetmesi çoğu zaman Türkiye’nin siyasi iklimini tasvir etmek için başvurulan uygun tamlamalardan biridir. Zira bu topraklarda direnişlerin, isyanın, hak arayışlarının, demokratik değişimin sesi yükseldikçe, muktedirler siyasal alanı tekinsizleştirerek devrimci demokratik güçleri pasifize etmeye çalışır. Meydanlarda iktidar dilinden türetilen salvolar ile yetinmez siyasete kan karıştırır. Provakatif saldırılar, suikastlar, hedef göstermeler aslında hep aynı amaca hizmet eder; demokratik taleplerin varlığını sis pus içinde boğmak. Haziran 2015 seçimleri öncesinde yine benzer çabalara şahitlik ediyoruz ancak bu defa iktidar çevrelerinin stratejisi arzuladıkları sonucun ortaya çıkmasına hizmet edemeyecek.
AKP, 2007 seçimlerinde AB’ye uyum çerçevesinde gerçekleştirilen reformları ve cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşananları arkasına almış ve hem değişim vaadini hem de “mağduriyet” söylemini birlikte seçim malzemesi yapmıştı. Reformların süreceğine dair taahhüt ile “mağduriyet” söylemi arasındaki dengede her şeye rağmen ilkinin daha büyük ağırlığa sahip olduğu söylenebilirdi. Çünkü liberallerin ve merkez sağ öznelerin partiye açıktan desteği reform söyleminin çekiciliği üzerinden sağlanıyordu. Fakat 2011 seçimlerine giderken “mağduriyet”, komplo teorileri ve dışlama üzerinden köpürtülen sağ popülist dil, reform vaadinin önüne geçmişti. 2010 referandumu sonrasında iktidar partisi almak istediğini aldığını düşünüyordu ve kazandığı siyasi özgüvenle daha önce muhtaç olduğu aktörlerle ilişkilerini koparıyordu. AKP kendi konumunu tahkim ettikçe, “değişim” sözcüğünü iktidarın devamını sağlayan araçların geliştirilmesine endeksledi. Atılacak her adım, AKP’nin iktidar ömrünü uzatmaya yönelikti. Demokratik değişim konusunda AKP tabanından partiyi zorlayan güçlü bir hareket gelmeyeceği de bu dönemde ortaya çıktı. AKP seçmeninin büyük bir çoğunluğu iktidarın kurduğu rant mekanizmalarından memnun görünüyordu. 2011’den bu yana iktidarın hoyratlığı ve yıkım-rant iştahı her geçen gün daha da arttı ve AKP’ye bağlı bir rant hiyerarşisi tesis edildi. Özellikle son beş yılda AKP’nin etrafında kamu kaynakları üzerinden zenginleşenlerin ekonomik ve siyasi gücü, partiye oy veren alt sınıfların üzerinde yeni sömürü odağı olacak şekilde genişledi. Sermayeyle alt sınıflar arasındaki çelişki, İslamcı motiflerle yumuşatılmaya çalışılsa da mevcut durum bu taktiğin sürdürülemeyeceğini gösteriyor.


İKNA ODALARINDAN MURSİ'YE
Seçim öncesinde AKP’nin Saray’ın zorlamasıyla reform olarak halka sunduğu tek şey “başkanlık rejimi”. Başkanlık rejimi vaadinin, bırakın geleneksel sağ seçmeni İslamcı tabanda dahi net bir karşılığı yok. Dolayısıyla AKP meydanlarda alıcısı olmayan bir malın tezgahtarlığına soyunmuş görünüyor. Alanlarında Erdoğan’ın “yeni Türkiye” için 400 milletvekili isteme vodvili de aslında hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin trajikomik halinin bir göstergesi. Yargıdan medyaya tüm denetleme araçlarının pasifize edildiği bir ülkede, “hızlı çalışmamızı önlüyorlar” gibi bir argümana itibar edecek yeni taraftar bulma ihtimali sıfıra yakın. Bugüne dek seferber ettiği mağduriyet söylemi konusunda da AKP ciddi bir çıkmazda. Örneğin ikna odalarına dair popülist AKP reklamı belli ki kendi tabanını bile etkileyemedi. “İkna odaları” reklamının yapamadığı işi Erdoğan ve Davutoğlu Mursi’ye verilen idam cezası üzerinden gerçekleştirmek istiyor. Amaç sanki kendileri de benzer bir tehdit altındaymış gibi bir algı yaratarak kitlenin AKP’ye ve Erdoğan’a koşulsuz destek vermesini sağlamak. Yeniden gündeme getirilen Menderes referanslarını bu manipülatif siyasi dil içinde düşünmek mümkün. Seçim yaklaşırken başbakanın “Demokrasi ve Özgürlük Adaları” temel atma töreni gibi bir hamle yapması ve “Adnan Menderes gibi bir şahadetle yaşamımız sona erecekse başımız gözümüz üstüne” demesi, meydanlardan Mursi manşetlerine dair “ne kastediyorsunuz” sorusunun sorulması aynı paketin parçası.
İktidarın haziran seçimlerine kadar kalan süreçte kullandığı propaganda yöntemi, vilayetlerden öğretmen ve öğrencileri Erdoğan mitinglerine gitmelerini “teşvik” noktasına geldi. Bu başlı başına AKP için bir acziyet göstergesi. Diğer bir gösterge ise seçim öncesi siyasal şiddetin bir manivela olarak kullanılması. Erdoğan ve AKP, meydanlarda CHP ve HDP’ye yönelik belaltı vuruşlar yapıyor. Türkiye’nin siyasi iklimi düşünüldüğünde meydanlardaki bu sözlü saldırılar şaşırtıcı değil. Ancak sadece sözlü saldırılarla kalınmadığını HDP’ye yapılan fiziki saldırılarda görüyoruz. HDP’yi hedef alan ve yılbaşından bu yana dozu artarak devam eden saldırılar aslında çok şeyin habercisi. Bu saldırıları teşvik eden ve yönlendiren bir iktidar dili olduğu konusunda demokrat ve sol çevrelerde bir fikir birliği söz konusu. Bu saldırıların iktidar odaklarının “bilgisi” dışında gerçekleşmesi ise çok mümkün değil. Hedeflenen büyük ölçüde HDP’nin adının kriminal olaylarla anılmasını sağlayarak partiye gitmesi muhtemel yeni oylara set çekmek ve onu sadece Kürt coğrafyasına sıkıştırmak


GÜNEŞE YOLCULUK
İktidarın saldırılarına rağmen Haziran öncesinde AKP’nin kurduğu rejimin derinden sarsıldığının göstergeleri de azımsanmayacak kadar çok. Sol muhalefet, çok daha büyük bir özgüvenle siyasetin dönüştürücü gücüne sarılıyor. Mevcut kurumların işlevini kaybettiği bütün alanlarda özyönetim arayışları filizleniyor. Haziran’ın yaratıcılığı, onunla aynı politik hatta olmasa da diğer mücadele biçimlerine ilham oluyor. Bursa’da işçilerinin başlattığı ve dalga dalga büyüyen direniş bunun en güzel örneği. Evet bir “Gezi” değil orada yaşanan, hatta “dışarıdan” desteğe ve katkıya da çok mesafeliler, belki seçimde aralarında iktidar partisi oy verecekler de az değil ama sendikal bürokrasiye ve sermaye-siyaset ilişkisine getirdikleri itirazlar, eylem biçimleri, örgütlenme şekilleri, özyönetim arayışları Haziran’ın diliyle emek hareketinin deneyimlerinin buluşmasının hiç de imkansız olmadığını gösteriyor. Haziran’ın dinamizmi istense de istenmese de direniş hareketlerine esin veriyor. İş bırakma dalgası neye dönüşür bilinmez ancak bu yaşanılanın bize anımsattığı şey, seçimlere az kala iradesini ortaya koyan işçilerin kararlığının politik bir güce karşılık geldiği. Eylemin öngörülemezliği ve eylem anının, katılımcısını değiştiren potansiyeli umutların neden eksik olmaması gerektiğinin de kanıtı sanki. Ne mutlu ki iktidarın tüm baskılarına rağmen muhalif sesler durdurulamıyor, direnenler verilen haksız cezalardan korkmuyor, sokaklarda meydanlarda halaylar eksik olmuyor. Nazım Hikmet’in “akın var güneşe akın” dediği mısralarını hatırlıyoruz bugünlerde yine; Evinde ağlayanlar değil; gözyaşlarını boynunda bir zincir gibi taşıyanlar değil öfkesini yumruk yapıp meydanlarda haykıranlar, yüreğini yüreğimizin yanına katanlar mücadeleye devam ediyor. Puslu havada güneşe doğru yürümekten vazgeçmiyoruz.