“Türkçede bir deyim var; ‘aşk olduğu zaman samanlık seyran olur.’ Her atasözü gibi tersi de doğru; aşk olmadığı zaman saraylar samanlık olur. Artık binaların temelleri aşk, insan ve insanlık sevgisi olmalı. O zaman Arjantin’den Türkiye’ye, Peru’dan Yeni Zelanda’ya kadar yeni mimarlığın özgür havası, yaratıcı insan zekâsı ile birleşerek sadece akarsular, rengârenk çiçekler, tatlı yemişlerle dolu bahçe-cennet tarifine yapı unsurunu da sokacaktır.”

Ragıp Buluç'tan kalan kederli güz "Reguiem"i

İbrahim Karaoğlu

Bir ileti göndermiştim. Karşılık yazmaya çalıştı; harfler birbirine karıştı. Sildi, yeniden yazdı. Yine karıştı harfler. Anladım, ağırlaşmış hastalığı. Oysa eskiden anında yanıtlardı. Çok güzel, keyifli şeyler paylaşırdık; yazı, resim, şiir, müzik, fotoğraf... O gün hiçbir şey paylaşamadık. Çok hastaydı. Korktum. Gücü azalmıştı, yazamıyordu artık. İçim burkuldu. Ve o gece onun en eski paylaşımlarından birini açtım: Üç yıl önce, dostumuz heykeltıraş Metin Yurdanur Sivrihisar’daki müzesine davet etmişti bizi. Muhteşem, sanat dolu bir gün yaşamıştık hep birlikte. Müzenin açılışını yeniden yapmıştık ve Ragıp Buluç kesmişti açılış kurdelesini. “Her sanat eseri ölüme karşı bir manifestodur.” diyerek Yurdanur’un müzesini bir başkaldırı mabedi gibi anlatmıştı. Sonra, geziden fotoğraflar paylaşmıştık o gece. Herkes çektiklerini göndermişti; Ragıp ağabey de Ahmad Jamal’in “Poinciana”sını ... Ölüm haberini öğrendiğim günden beri Jamal’in ezgisini dinliyorum; hisli, içli, sözsüz baladı....

Geçmişle şimdi ve gelecek arasında bağ kurarak tasarımlar geliştirmiş; özgür, etkili, kendi kültür evreninin ve yaratıcılığının dilini yansıtan; imgelemi güçlü, özgün yaratılarla görsel ve işlevsel mimari yapılar oluşturmuş çok özel bir yaratıcıydı o. Mimari onun özgül kültürünün gerçekliğiydi. O, kültürü evrensel genişliği içinde özümsemiş; sanat, bilim ve kültürün her alanının birbirleriyle olan ilişkisini inceleyerek derin bir birikim oluşturmuştur. Ve öyle çok severdi ki paylaşmayı. Onun birikimlerini dinlerken “Total insan kültür çevresinin bütün elemanlarından etkilenen fakat aynı zamanda onları etkileyen ve böylece kendini ve çevresini değiştiren yani çevresiyle diyalektik bir alışverişte bulunan insandır” diyen Nusret Hızır Hoca’yı dinler gibi hissederdim kendimi. Yaşam mottosu varsıl bir felsefeyle yüklüydü. Dönüp geriye bakıyorum; ondan dinlediğim pek çok kıymetli şey parsellenmiş hafızamda. Bir keresinde “Askerlik yaparken büyük cezalar almayı göze alıp emirlere karşı gelerek bir hapishane binasını yapmadım” diye anlatmış ve “Benliği, onuru dönüştürmeye, solgunlaştırmaya yönelik insan serası gibidir hapishaneler” demişti. Ve onu dinlerken “İnsan kendi vicdanından bir şey gizleyemez” diyen Çehov’u anımsamıştım. Halkının vicdanı olan bir kültür/sanat insanıydı o.

Mimari bir yapı üzerine söyleştiğimizde; “Önce o yapıtı anlamalı” diye başlardı söze. Yalnızca biçimi değil, özü de anlamayı savunurdu. Sonra, o yapıtın kendi alanındaki konumunu, değerini saptardı. Öyle geniş bir bakışı vardı ki yapının duygusal, çağrışımsal anlamlarına kadar uzanırdı söyleşimiz. Bir mimarın birbirine bağlayıp bütünleştirdiği öğelerle oluşturduğu biçimi, çok önemser ancak yapıtına yeni anlamlar yükleyerek özgünlüğe, üsluba ulaşmış insanları çok daha severdi. Gelenek de çok önemliydi onun için. Hep derdi ki “Geçmişin külünü değil, ateşini önemsemeli” Bir de yalınlığı çok önemserdi. En büyük tasarımı olan Atakule’nin bir kentin simgesi haline gelmesindeki en büyük etken, yalınlığı modern bir formda sunması; görselliği, şeffaf asansörü, yapı tipolojisi ve üstündeki cam tonozuyla estetik bir kurgu yaratmasıydı. 60 dakikada 360 derece dönerek yarattığı seyir olanağı, kentin pek çok yerinden görünmesi ve yarattığı yalın, modern estetikle ödüllü bir simge Atakule.

Meslek yaşamının başlangıcından günümüze kadar pek çok yapıtıyla ödüller aldı Ragıp Buluç. Ressam Orhan Peker ile hazırladığı Expo’70 Dünya Fuarında’ki (Osaka-Japonya) Türkiye Pavyonu’yla ödül almışlardı. En yakın dostuydu Orhan Peker. Ünlü ressam Oskar Kokoschka’nın Yaz Akademisi’ne katılmış, ondan etkilenmiş, Madrid’te El Greco portreleri çalışmış, resimleriyle önemli, saygın ödüller almış bir sanatçıydı Orhan Peker. İki ustanın dostluğu birbirlerini çoğaltan ödüllü bir dostluktu. Ve Orhan Peker ‘in yaptığı Ragıp Buluç portresi çok önemli bir başyapıttır. Buluç bu resmi daha iyi korumak ve yaşatmak adına Sakıp Sabancı Müzesi’ne vermiştir. Peker bu resminde; oranları uzatarak, yalınlığı iyice etkinleştirerek Modigliani ve Giacometti kıvamında ama özgün bir estetik sunar.

Expo’85 Fuarı’ndaki (Tsukuba-Japonya) Türkiye Pavyonu için açılan proje yarışmasına tek başına katılarak birincilik kazanmıştır Buluç. Dünya Mimarlık Kongresi’ne iki kez katılarak brifing vermiş ve 1993 yılında Arjantin’in başkenti Buenos Aires’teki bienale katıldığında da çok önemli bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada kendi manifestosunu sunar. Bu önemli konuşmayı paylaşmak istiyorum çünkü Ragıp Buluç’un kültür evreninin atlasıdır bu manifesto; “Sayın meslektaşlarım ve mimarlığa ilgi duyanlar, sizleri saygı ile selamlıyorum.

İçinde yaşadığımız yüzyılın sonuna doğru mimarlık, yeniden kabuk değiştiriyor. Benim kuşağımın mesleğe başlarken öğrendiği-öğretildiği dersleri hâlâ inanarak savunuyorsanız, artık adınız ‘muhafazakâr’a çıkacaktır.

Dünyanın hemen hemen her yeri karşı çıkışın başarılı ve başarısız örnekleri ile doldu bile.

Sözlerime başlarken mimarinin kabuk değiştirdiğini söylemiştim. Bence öz hiçbir zaman değişmedi. Mimarlık mekân yapma veya isteyerek-bilerek yapmama sanatıdır. Mimarlık yaşama biçimini yaratır. Yeni yaşam biçimleri yeni alışkanlıklar haline gelince güzeli ve doğruyu, alışılmıştan, rastgelelikten ayırıp korumak ve tüketicinin hizmetine sunmak ve onu kimlikleştirmek, mimarın sorumluluğudur.

Anadolu-Türk kültürü Japon veya Anglosakson kültürleri gibi bir adada doğmuş ve yüzyıllarca kendini rafine etmiş bir kültür değildir. Asya ve Avrupa arasında bir köprü durumunda olan bu topraklar M.Ö. 7000 yılından başlayarak, Prehistorik, Neolitik, Hitit, Frig, İyonya, Grek, Pers, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Batı kültür ve yaşam biçimleriyle tanışmış, bu kültürleri bir pota içinde simbiosis olarak uzun yıllar/yüzyıllar etki ve ivmeleriyle yaşatabilmiştir.

Dünyanın ilk ızgara planlı şehri, Anadolu’daki Priene harabelerinden alttaki ovaya baktığınız zaman halen zeytin ağaçlarının aynı düzende geometrik dizilişleri veya yeni aldığınız dokunmuş bir Sivas halısında 3000 yıl evvel kullanılan Frig motifleri görmeniz bazı değerlerin hâlâ yaşadığının somut göstergesidir.

Yeniyi kolay kabul edebilme ve uyum sağlama, bu kültürler harmanının ortaya çıkardığı, elle tutulamayan değerlerden biridir.

Osmanlı devlet ve yaşam biçimi simbiosis yaşamı kuramsallaştırmıştır. Zamanın ileri teknoloji ürünü Ayasofya, kubbesi ve temel yapı anlayışı ile Mimar Sinan tarafından Selimiye Cami’nde insani boyut katılarak yorumlanmış ve teknoloji ehlileştirilmiştir. Osmanlı mimarisinin temel ilkelerinden biri ‘mükemmellik Allah’a aittir’ cümlesidir. Böylece insan ürünü, makine ürünü ölgünlüğünden kurtarılmıştır. Bilerek kaydırılan akslar, pencere, kapı düzenleri, minör-majör mekan ilişkileri, mantığa aykırı çarpıtılmış yerleştirmeler düzeni-ritmi insancıl kılmaktadır.

1923’te Cumhuriyet’le birlikte toplum ve kültür kökten değişmeye uğradı. Yeniyi kolay kabul edebilen kültür birikimindeki insanlar heyecanla yeni ürünleri ve yapıları beklediler. Özellikle yeni kurulan başkent Ankara’da Modern Mimari/Rasyonalizm/Fonksiyonalizm parasızlık ve bilgisizlikle birleşince olan oldu.

Teknolojinin sunduğu yeni malzemelerin kontrolsüz kullanım imkânları, şehirlere hücum eden kırsal kesim, yeni ve kolay para kazanma imkânları geçmişin zengin mimari mirasına rağmen yeni tehlikeler olarak ortaya çıkmaktadır.

Kişiliksizlik ve kimliksizlik, nitelik yerine niceliğe önem vermek, mimari ürünleri yerine bina yapmak alışkanlığı Fonksiyonalizmin kolaycı formülleriyle birleşince Modern Mimari’nin olumlu örneklerine rağmen temeldeki ‘idea’ soysuzlaştı.

Bu akımlara karşı gelen ulusal mimarlık örnekleri ise geçmişin kötü bir kopyası olma özelliği taşıdılar. Kültürün ve özellikle mimarlığın elle tutulur değerleri senkronik bir anlayışla kullanılınca bozulan kültür ve sosyal yaşamın ayrılmaz parçasını oluşturdular.

ragip-buluc-tan-kalan-kederli-guz-reguiem-i-799647-1.
İbrahim Karaoğlu ve Ragıp Buluç

Bugünkü konuşmam slaytlarla sunulan ve yaptığım işleri sizlere gösteren ve açıklayan bir konuşma değil. Zira böylece kendimi bir büyük jüri önünde sınav veriyor gibi hissetmiyorum.

Artık dünyada ne kadar mimar varsa o kadar da mimarlık var. Bu yeni özgürlüğü doyasıya tatmak gerektiğini hissediyorum. Artık binada beşinci boyut mimarın kendisidir. Hayata bakış açısıdır, yorumudur. Hissettikleri ve bu hislerle yoğrulan aklıdır.

Geçen gün tango yaptım. Dün ‘bluejean’ giydim. Bugün karşınızda kravatlı, takım elbiseliyim. İçimde, biten binalarıma karşı, yoldan geçen herhangi bir adam kadar heyecan yok. Serüven bitti. Yarın yeni bir işe yeniden boş bir kağıt alarak başlayacağım. En büyük düşmanım kendim, eski yaptıklarım. Herkesin belki hesaplaşma dediği şey. Aslında hesaplaşma yok. Ta derinden, saygı duyduğum bir iki mimari ürün. Güçlü, asırlara dayanabilmiş ve dayanacak. Sanki dünyaya çakılmış köşe taşları. Tac Mahal, Fatehpur Sirki, Parthenon, Ayasofya, Selimiye Camisi, Üsküdar Şemsi Paşa Külliyesi, Ronchamp Kilisesi, Ryoan, ji Tapınağı, Tsukuba’daki Otel, Tokat’ta Pervane Hamamı, Anadolu’da küçücük bir köy evi.

Beni korkutan yapılar teknolojiye esir düşmüş heyulalar. Fritz Lang’ın Metropolis filmindeki gibi tek boyutlaştırılmış insanların girip çıktığı mekânlar. Şeytana hizmet eden mimarlar. Speer’in yapılarının fotoğraflarında bile, siren sesleri içinde inip kalkan eller, ezen çizmeler görüyorum.

Benim en başarılı yapım, askerlik yaparken ceza almayı göze alıp emirlere karşı gelerek yapmadığım hapishane binasıdır.

Türkçede bir deyim var; ‘Aşk olduğu zaman samanlık seyran olur.’ Her atasözü gibi tersi de doğru; aşk olmadığı zaman saraylar samanlık olur.

Artık binaların temelleri aşk, insan ve insanlık sevgisi olmalı. O zaman Arjantin’den Türkiye’ye, Peru’dan Yeni Zelanda’ya kadar yeni mimarlığın özgür havası, yaratıcı insan zekası ile birleşerek sadece akarsular, rengarenk çiçekler, tatlı yemişlerle dolu bahçe-cennet tarifine yapı unsurunu da sokacaktır.”

İşte bu konuşma Ragıp Buluç’un dünyadaki duruşudur.

Ne çok anı var anlatacak. Ve ne çok söz var söylenecek. Bunları yazarken yeniden dinliyorum Jamal’in “Poinciana”sını. Günlerdir dolanıp duruyor belleğimde. Bir güzel ağabeyi yitirmenin güz ezgisi oldu. Kederli bir “reguiem” şimdi bu ezgi. Ve içimdeki hüznü avutuyor Glenn Meade’nin aforizması; “Geride bıraktıklarımızın kalplerinde yaşamak, ölmek değildir.”