OĞUZ OYAN Bugünlerin önemli bir sorusu şudur: Yerel politikalar aracılığıyla merkezi politikalar ne ölçüde düzeltilebilir? Bu soru neden günceldir? Çünkü 31 Mart seçimlerinde nüfusun büyük bölümünün ikamet ettiği büyük metropollerin ve illerin yönetimi muhalefet partilerine (özellikle de ana muhalefet partisine) geçmiştir. Ayrıca muhalefetin yerel seçimler öncesindeki vaatlerinin önemli bir bölümü, merkezi iktidarın kentsel alan yönetimi […]

Rejim sorunu ve yerel politikalar

OĞUZ OYAN

Bugünlerin önemli bir sorusu şudur: Yerel politikalar aracılığıyla merkezi politikalar ne ölçüde düzeltilebilir? Bu soru neden günceldir? Çünkü 31 Mart seçimlerinde nüfusun büyük bölümünün ikamet ettiği büyük metropollerin ve illerin yönetimi muhalefet partilerine (özellikle de ana muhalefet partisine) geçmiştir. Ayrıca muhalefetin yerel seçimler öncesindeki vaatlerinin önemli bir bölümü, merkezi iktidarın kentsel alan yönetimi ile yerele yansıyan toplumsal politikalarına alternatifler/düzeltmeler önermektedir.

Bir başka boyut da şudur: Bugünkü durum, farklı merkezi-yerel iktidar anlayışlarının karşı karşıya geldiği 1970’ler ile 1989 sonrası dönemden çok farklıdır. 1970’lerde Milliyetçi Cephe Hükümetleri ile CHP’li büyük il belediyeleri arasındaki sürtüşmeler, sonuçta anayasal kurallar içinde aşılabilir veya dengelenebilir nitelikteydi. 1989-91 arasında ANAP’ın tek başına iktidar olduğu dönemde neredeyse bütün büyükşehir belediyeleri SHP’li başkanlar ve meclisler yönetimindeyken de yerel yönetimler yasal ve anayasal haklarını başarıyla savunabilmekteydiler. Her iki dönemde de CHP’li/SHP’li yerel yönetimler özgün toplumcu belediyecilik örnekleri vererek de hem kendilerine yeni mecralar açabilmişler ve halkla bütünleşebilmişler hem de merkezi iktidarların mali kıskaçlarından kurtulabilmişlerdir.

AKP döneminde de CHP yönetimdeki il/ilçe belediyelerin sınırlı sayıdaki bir bölümü başarılı toplumcu belediyecilik örnekleri verebilmişlerdir gerçi; ama bu olanakların zaman içinde kısıtlandığı bir sürece de girilmiştir.

AKP OTOKRASİSİNİN YÜKSELİŞİ

Ana kısıtlayıcı unsur, merkezi iktidarın giderek totaliter özellikler kazanmaya, yargıyı yürütmeye bağlamaya, idarî sistemi monolitik bir yapıya kavuşturmaya, anayasal/yasal sınırlamaları kaldırmaya, mevcut anayasal/yasal sınırlamalarla da kendini bağlı hissetmekten uzaklaşmaya başlamasıyla oluşmuştur.

AKP iktidarı, 2002-2007 dönemindeki birinci yasama döneminde, kendi iktidar anlayışını yerleştirmeye, 2004 yerel seçimleriyle bunu daha çok sayıdaki yerel yönetime yaymaya, ılımlı İslam görüntüsü altında en geniş ittifakları (sermayenin tüm kesimleriyle, liberallerin her türlüsüyle, bugünkünden farklı mülkiyet ilişkilerine rağmen sermaye medyasının tümüyle, Batı siyasetinin tüm temsilcileriyle) gerçekleştirmeye muvaffak olmuştur. Bu dönemde Meclis içi tek muhalefet partisi olan CHP temsilcilerinin de sık sık dillendirdiği gibi AKP bir “maskeli balo” oyununu oynamaktadır. İslamcı ve otokratik yapısını ve buna uygun bir rejim inşası niyetlerini, çoğulcu/demokratik/AB’ci görüntü vererek perdelemektedir. (Aslında tramvay ve papaz elbisesi mecazlarıyla bunun da oyunun bir parçası olduğunu gizlemeksizin).

Ama Cumhuriyetçi kitlelerin bu maskeyi yutmadıklarını erkenden belli ettikleri 2007’deki Cumhuriyet (bahar) mitingleri; laiklik karşıtı eylemleri nedeniyle AKP’nin kapatılması talebiyle açılan dava (ve bunun 2008’de sadece para cezasıyla sonuçlanması); 2007’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki gelgitler ve kendi lehine kullandığı “e-muhtıra” saçmalığı, iktidarın kendini daha açık bir biçimde belli ettiği, devleti ele geçirme yöntemlerini sertleştirdiği bir aşamaya açılmıştır. Yeni dönemin simgeleri, yargının AKP-FETÖ ortaklığının güdümüne girdiği Ergenekon, Balyoz, ODA TV vb. davalardır. Cumhuriyetçi muhalefeti tasfiye etmenin, TSK başta olmak üzere kurumları ele geçirmenin bütün yöntemleri kullanılmaktadır. İç ve dış destek hâlâ yaygın ve güçlüdür; yüksek yargının yürütmenin emrine geçtiği 2010 Anayasa değişikliği bunun barometresi gibidir. İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni ve İzmir’i ele geçirmeye yönelik 2011 yargı kumpası da aynı doğrultudadır. İktidar, rejim inşasında hiçbir “nüfuz edilememiş bölge” istememektedir. (Ama İzmir’de kent halkının seçilmiş belediye başkanına sahip çıkması, bu operasyondaki hesaplarını bozacaktır). 2007 Cumhuriyet mitingleriyle açılan bu aşama 2013 Gezi Direnişi ile kapanacaktır. Aradaki dönemde baskıcı rejimin müthiş bir tırmanışı vardır.

Üçüncü aşama 2013 Gezi Direnişi sonrasında yaşanacaktır. Reichstag yangını benzeri düzmece faşist davalarla toplumsal muhalefetin sindirilemeyeceğini göstermesi bakımından 2013 Direnişi emsalsizdir. İktidarın bugün bile Gezi travmasını üzerinden atamamasının nedeni, onca baskı düzeneğine rağmen toplumu sindirmeye gücünün yetmediğini görmek olmuştur. 2013 sonunda FETÖ ile köprülerin atıldığını gösteren büyük kapışma da, 2002-2013 döneminin ittifak düzeninin sonlandığını haber vermiştir.

Kısa erimde kent halkının belediye karar süreçlerine katılımının (mahalle meclisleri, kent meclisleri), sağlanması yanında, belediye meclisi toplantılarının kamuoyuna açık yapılması yoluyla varsa hizmet üretiminin engellenmesinin veya şaibeli imar değişikliklerinin teşhir edilmesi öncelikli gözükmektedir.

Üçüncü aşamanın son evresi 15 Temmuz 2016 darbe girişimiyle açılmış ve RTE/AKP’nin bütün kartlarını açık oynadığı yeni bir döneme girilmiştir. 2017’de Anayasanın iktidarın yeni rejim özlemleri kadar RTE’nin kendi üstüne ısmarlama elbise gibi biçtiği üçüncü dünya usulü bir “başkancı rejim”in anayasal çerçevesi oluşturulmuş, 2018’de de uygulamaya sokulmuştur. 2019’da gelinen nokta aslında, aşırı merkezileşmiş ve güçlenmiş bir merkezi iktidarın yerel yönetimlere herhangi bir özerklik alanı tanımayı reddetmeye hazırlandığı bir aşama idi. Ancak 31 Mart seçimlerinde önemli yerel yönetim birimlerinin muhalefet partilerinin eline geçmiş bulunması bu tasarımı altüst etmiştir.

YEREL YÖNETİMLER NE ÖLÇÜDE ÖZERK OLABİLİR?

Peki, merkezi iktidarın aşırı güçlendiği ve monolitik bir yönetim yapısı kurduğu bir dönemde yerel yönetimlerin önemli bir bölümünün muhalefetin eline geçmesi ne gibi olasılıklara kapı aralamaktadır? Merkezi iktidar niyetlerini gizlememektedir: Muhalif belediye başkanlarının ellerini kollarını içerden (meclis çoğunluğu ve yasal değişiklik yapılırsa encümen üzerinden, bürokratik engellemelerle) ve/veya merkezi yönetimin mali ve idarî vesayet düzenekleri üzerinden bağlamak istemektedir. Büyük yerel yatırımların ve yatırımlar için bulunan dış kredilerin onay süreçlerinin bakanlıklar ve cumhurbaşkanından geçiyor olması da bir “iş yaptırmama” kozuna dönüşebilmektedir. Hiçbir merkezi müdahale tasarlanmasaydı dahi, AKP’den (veya aynı anlama gelmek üzere kayyumdan) devralınan belediyelerin çok yüksek borçluluk düzeyleri bile muhalefetin kazandığı belediyeleri henüz yolun başında kötürümleştirmiş durumdadır.

Yerel yönetimlerin gerçek bir özerkliğe sahip olamamaları kuşkusuz bugün ortaya çıkmış bir sorun değildir. Ancak AKP iktidarının bugün geldiği noktada, “özerkliğin” iyice nominalleştiği yeni bir dönem başlamıştır; herhangi bir özerklik ilişkisinden söz etmek bile bir dil aşırılığı sayılabilir. Peki, başlangıçtaki soruya dönersek, bugünkü koşullarda merkezi politikaların olumsuz yönlerinin yerel düzeyde üretilecek politikalarla “düzeltilmesi” olanağı var mıdır? Bu sorunun yanıtı, herhangi bir dönem ayırımı olmaksınız, genel olarak “hayır” olacaktır. Çünkü Türkiye gibi güçlü merkeziyetçilik geleneği olan ülkelerde bu yol, tanım gereği fazla açık değildir.

Kuşkusuz sınırlı alanlarda kapılar açmak mümkündür. Bir büyükşehir belediyesinin merkezi iktidarın tarım politikasını düzeltmeye gücü yetmez ama tarımsal kooperatiflerle daha yoğun ilişkiler geliştirilmesi, yöreye özgü ürünlerin üretimine ve pazarlamasına, yerel tohumların korunması ve geliştirilmesine, tarla içi üretim yollarının yapılmasına, vb. katkı sağlanması, sanayi gelişimi için yeni mekân tahsislerinin devreye sokulması, çevreyi koruyan politikalar geliştirilmesi mümkündür. İktidarın sosyal yardım faaliyetlerindeki eksikliklerin de çeşitli tamamlayıcı girişimlerle desteklenmesi mümkündür. Bu konularda İzmir BB’nin çok başarılı bir model düzeyinde değerlendirilebilecek uygulamaları örnek alınabilir. Ancak bütün bunlara rağmen, ülkenin örneğin tarım ve sanayi politikaları çarpıksa, dış telkinlere ve ithalata bağımlıysa, üretici örgütlenmesine değer vermiyorsa, yeterli bir tarımsal destek bütçesini harekete geçirmiyorsa, yerel yönetimlerin “düzeltici” politikaları da çok marjinal kalacaktır.

İMAMOĞLU’NUN HEDEFLERİ

İstanbul BBB İmamoğlu’nun seçim öncesinde kendisine çizdiği beş hedef ele alınarak da bir değerlendirme yapılabilir: (i) İstanbul’da ulaşım ve trafik sorununu çözmek; (ii) Kent yoksulluğu ile mücadele etmek; (iii) Doğru kentsel planlamayla çevre-imar-deprem sorununu çözmek; (iv) İstanbul’u çekim merkezine dönüştürmek; (v) Yaşam kalitesini yükseltmek. Belki bu sonuncusuna eklenebilecek şekilde, “kadın için güvenli kent”, kadının katılımını arttıracak “kadın dostu kent” hedefleri de yaşam kalitesini yükseltmenin bir parçası sayılabilir. Aynı şekilde, üçüncü ve beşinci hedeflerle birlikte düşünülebilecek şekilde, bir “kent anayasası” anlamında “yeni bir mutabakat belgesi”ni, “insana saygı ve demokratik katılımı”, “inovasyonla yaşam kalitesini yükseltmeyi”, “mahalle meclisleri” ile katılımcılığı geliştirmeyi de amaçlayabilirsiniz. “Küresel İstanbul Akademisi” ve “İstanbul Kent Enstitüleri” ile daha çok dördüncü hedefe odaklanabilirsiniz.

Peki, ama başlangıçtaki soru açısından bu hedeflerin anlamı nedir? Öncelikle şunu belirtelim: Birinci hedef hariç, İmamoğlu’nun hedefleri gerçekçilikten uzak sayılmaz. Ancak birinci ve ikinci hedeflerde aşırıya kaçmanız durumunda, belediye aşırı borçlandırılmış olmasaydı dahi, İstanbul BB’nin tüm bütçesinin bile yetersiz kalacağı açıktır. Esasen hangi megakent merkezi destek olmadan kentin ulaşım sorununu çözebilmiştir ki? Üstelik İstanbul örneğinde, merkezi iktidar sürekli olarak kentin ulaşım ve trafik sorununu daha da içinden çıkılmaz hale getirecek yanlış mega yatırımlara/rant projelerine (3.Havalimanı; Kanal İstanbul gibi) yönelirken… Kentsel planlamaya, imar-çevre sorunlarına merkezi iktidarın gene rant odaklı müdahaleleri de sorunları büyütücü etki yaratacaktır. Dolayısıyla, kent için yerel-merkezi iktidar işbirliği veya anlayış birliği olmadan çözülemeyecek sorunlar vardır.

SONUÇ

Kısa erimde kent halkının belediye karar süreçlerine katılımının (mahalle meclisleri, kent meclisleri), sağlanması yanında, belediye meclisi toplantılarının kamuoyuna açık yapılması yoluyla varsa hizmet üretiminin engellenmesinin veya şaibeli imar değişikliklerinin teşhir edilmesi öncelikli gözükmektedir. Merkezi iktidarın “kendinden olmayan” yerel yönetime iş yaptırmama stratejisinin elinde patlaması mümkündür. İzmir BB örneğinde, merkezi iktidarın kentin yatırımlarını geciktirerek İzmirliyi cezalandırma ve “oy ver ki hizmet alasın” stratejisi tam aksi sonuçlar vermiş, AKP İzmir’de hep kaybetmiş ve oy oranları gerilemiştir. Şimdi İstanbul seçmeninin de tehditlere karşı benzer tepkileri vermeye yatkın olduğu 23 Haziran seçimleriyle belli olmuştur.

Uzun erimde, muhalif yerel yönetimlerin başarısı açısından, merkezi iktidarın AKP’nin elinden kurtarılması kritik bir önem taşımaktadır. Bunun için genel seçimlerin vadesinde (2023’te) yapılmasını beklemeksizin, şartlar elverişli duruma geldiğinde daha erken bir genel seçimin zorlanmasından kaçınmamak gerekir.