Dünyanın Bütün Fıstıkları romanıyla, insanın tabiatla o hiç bitmeyen kanlı mücadelesini gösteren Başar Başarır, “Doğayı korumak yanlış laf. Bana sorarsanız doğaya bir şey olmaz. Olursa insana olur. Dünya soğur veya ısınır, ya da başka türlü bir düzeltmeye gider. Ama o arada bir de bakarsınız, homo sapiens yok olup gitmiş” diyor.

Romancı Başar Başarır: 'Doğaya bir şey olmaz, insana olur!'

Şirvan YAŞAR

Ödüllü yazar Başar Başarır, Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini alan Dünyanın Bütün Fıstıkları romanıyla çıktı okurlarının karşısına. Kitabın arka kapağında dendiği gibi, “hem güle oynaya hem ağlaya sızlaya okunan” bir roman.

Gazetemize konuşan Başar Başarır, “Bana göre de edebiyatın işi tezli, didaktik diyebileceğimiz metinler üretmek değildir. Çelişkiyi, çatışmayı sergilersin. Duyguyu ortaya koyarsın. Seninle duygudaş olan okur gelir metni bulur. Kanımca mümkün olan en politik tavır da budur” diyor.

Yaptığınız bir konuşmada, yazmaya bir öfke ve kızgınlık ânından sonra başladığınızı söylüyorsunuz. Sizi, Dünyanın Bütün Fıstıkları kitabınızı yazmaya iten öfkeniz veya kızgınlığınız neydi?
Aslında romanın çıkış noktası kardeşler arası kurulmuş bir sömürü düzenine itirazdı. Yani ana izlek “insanın insana yaptığı”dır. Son derece sıradan görünen bu muğlak eksen yol boyu genişledi. İnsanın sadece insana değil, insanın doğaya yaptıkları da eklemlendi. İnsan denen garip hayvanın çok kısa vadeli ve çok küçük çıkarlar uğruna düştüğü günah çukuru, üstelik de gözümüzün önünde, saklanmaya hiç lüzum görmeden işlediği o arsız cürümler nicedir sinirlerimi bozmaya başlamıştı. Sonunda bardağım taştı. Tam da bu öfkeyle oturdum yazmaya.

Eseriniz, iki kardeşin (Aksel ve Seyfettin) yıllar sonra zaruretten bir araya gelip geçmişleriyle hesaplaşmaları üzerinden ilerleyen bir akışa sahip. Aksel ve Seyfettin’in temsil ettiği şeyler nelerdir?
Aksel en geniş anlamıyla ve son derece yüzeysel olmak kaydı şartıyla “Batı”yı temsil ediyor. Hatırlarsanız zaten romanda oğlunun adı da Batı. Buna karşılık Seyfi, Seyfettin yani, eylemsizliği, edilgenliği, kaderciliğiyle bir nevi “Doğu” kutbunda. Kabaca iki zıt dünyanın insanları bu iki kardeş. Aradaki karşıtlık bariz olsun, iyice tebarüz etsin diye veyahut da eğlencesi kıvama gelsin kaygısıyla ikisi arasındaki farklılıkları abarttığımı düşünebilirsiniz. Ama sizi temin ederim öyle değil. Var böyle insanlar.

Aksel yerinde duramayan, Seyfettin ise durağanlık içinde yaşayan bir karakter. Son olarak bizler bir yönümüzle Aksel, bir yönümüzle de Seyfettin miyiz?
Elbette öyleyiz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak hepimiz bir ölçüde Batılı, ama aynı zamanda da Doğuluyuz. Oranlar, ölçüler değişir belki. Kırda durum farklıdır, homojendir, kentliler biraz daha karışıktır. Nihayetinde Türkiye’de 1930 sonrası doğan herkes için geçerlidir bu ikilik. Nereli olursanız olun fark etmez. İki kutup arasında sıkışıp kalan insanımız sürekli bir gelgit içinde debelenir. Yalnız eklememe müsaade edin, ben bunu bizatihi kötü bir şey olarak görmem. Farklı avantajları dahi olabilir, onları ayrıca konuşuruz. Zaten mühim olan kişinin kendisini nasıl tanımladığı değil, yaşarken, pratiğin içindeyken, o “en kritik an”da nasıl davrandığıdır. Bunun da Doğusu, Batısı pek olmaz. Doğru her yerde doğrudur.

Dünyanın Bütün Fıstıkları kitabınızın dili oldukça üzerine konuşulacak bir yapıya sahip. Kitabınızın dili işlediği konu bakımından ve olayların geçtiği mekânlardan dolayı sürekli bir değişiklik göstermekte. Bir yandan kırsalın dilini yansıtırken bir yandan plaza dilini başarılı bir şekilde işleyebilmişsiniz. Bu geçişler esnasında zorlandınız mı, yoksa köyden kente göçle birlikte artık hem köylü hem de kentli miyiz?
Cevap veriyorum: Evet, zorlandım. Ayrıca iltifatınız için teşekkür ederim, beni bahtiyar ettiniz. Dil, bizim örneğimizde Türkçe, organik bir yapı. Sopayla, söylevle yönlendirilecek bir şey değil. Hayat akarken Türkçe de değişiyor. Buna rağmen, kırsalın değişime karşı sergilediği genel direnç dilinde de söz konusu. Sonuç olarak biz Türkler aynı dili konuşmuyoruz. Bu yüzden de benim gibi kent kökenli bir yazarın Ege’nin falanca köyünde konuşulan Türkçeye hâkim olması hiç kolay değildir. Teknik olarak zaten hiç köyde yaşamadım, çevremde o yöre kökenli insanlar da yok. Geriye tek bir ihtimal kalıyordu: çalışmak, çalışmak, çalışmak. Araştırdım, ziyaret ettim, izledim, dinledim. Bol bol okudum. Olayların geçtiği Kozak yaylasıyla ilgili bulabildiğim bütün metinleri hatmettim, yemek kitaplarını bile döne döne okudum. Her yeni ayrıntıyla metnin inandırıcılık derecesi yükseldi.

Çatışmanın hikâyenin ana direği olduğunu çoğumuz biliriz. Kitabınızda da birçok çatışma içe içe geçmiş durumda. Kardeş çatışması, kentli köylü çatışması ve zengin fakir çatışması. Çağdaş edebiyatın bireyselliğin dışındaki toplumsal meselelere ve özellikle yoksulluğa yaklaşımını nasıl buluyorsunuz? 
Çağdaş edebiyat dediğinizde Türkiyeli yazarları kastediyorsanız, toptancı yargılardan uzak durmayı tercih ederim. Evet, günümüzde ana damar hâlâ büyük ölçüde kentsoylu bireyin bunalımlarıyla meşgul ama bu son derece normal. Yazar da bir insan ve o insan bildiğini, yaşadığını, kendi gerçekliğini yazıyor. Ayrıca toplumsal meseleleri konu alan metinler de artış eğiliminde. Özellikle kadın hakları, ekoloji, ırkçılık, mezhepsel çatışmalar, göçmenlerin çektiği zorluklar, kuşak çatışması gibi temalar gitgide daha fazla işleniyor. Sorunuzun nirengi noktasına gelirsek; dünyayı sınıf mücadelesi ekseninden algılayıp, birinin yoksulluğuna ötekinin zenginliğinin sebep olduğunu imleyen metinler görmüyoruz artık. Bu biraz geride kaldı. Bana göre de edebiyatın işi tezli, didaktik diyebileceğimiz metinler üretmek değildir. Çelişkiyi, çatışmayı sergilersin. Duyguyu ortaya koyarsın. Seninle duygudaş olan okur gelir metni bulur. Kanımca mümkün olan en politik tavır da budur.

Bir yandan hüzünleniyor bir yandan gülüyoruz Dünyanın Bütün Fıstıkları’nı okurken. Aksel’e bazen sinirleniyor bazen de acıyoruz. Hayatta olaylara ve karakterlere karşı tavrımız hep bu ikilik şeklinde midir? 
Kitap okumayı tercih etmemizin sebeplerinden biri de hayatta kiri pası arasında kaybolan bazı incelikleri, duyarlığı, insana dair detayları metinlerde bulmamızdır fikrimce. Okurken kurguyu, dili, hikâyeyi beğensek de aslında başka insanların (aynı zamanda kendimizin) ruh haritasında geziniriz. Kızmak-acımak ikilemi ortaya böyle çıkıyor. Hassas olduğumuz, açık olduğumuz, hazır olduğumuz bir anda karakter bizi yakalar. Yoksa yaşarken aynı karakterle karşılaşsak hayatın akışı içinde tutumumuz çok daha sığ olabiliyor. Çoğu kez aldırmıyoruz. Düşünmüyoruz bile. Moda deyimle: takılmıyoruz.

Son zamanlarda çok fazla karşılaştığımız durumlardan biri teşhircilik. Olmadığımız ama olmak istediğimiz kişiler gibi davranıyoruz sosyal medya hesaplarımızdan. Siz de kitabınızın satır aralarında bu konuya değiniyorsunuz. Günümüz teşhirciliği hakkında neler söylemek istersiniz?
Eskiden zenginler dişçiye giderken bile pahalı saatlerini çıkarıp ceplerine koyardı ki servetleri belli olmasın, fazla para istenmesin. Şimdi durum tam tersi. Herkes çok mutlu, çok gezgin, çok zengin. Herkes kendine ait bir “kült” yaratma peşinde. Bir çeşit heykel oymacılığı mesaisinde. “İşte ben buyum, işte benim muhteşem hayatım” deme çabasında. Bir de bunu “paylaşmak” adı altında sergiliyoruz ki ayrıca vahim.

Değişimin temelinde hayattan beklentilerimizin farklılaşması yatıyor. Yaşama katmak istediğimiz mânâ, mutluluğumuzu bağladığımız koşullar değişmiş olmalı.

Ayrıca şunu da atlamayalım: Kuşaktan kuşağa farklı yansımaları oluyor sosyal medya çılgınlığının. Bu uygulamalarla ömrünün ancak ikinci yarısında tanışanların tavırlarıyla, işin içinde büyümüş gençlerin tutumları hiç de aynı değil. Gençler yer yer yetişkinlerden çok daha aklı başında davranıyor. Onlara bakınca ben ümitleniyorum. Sizin teşhircilik adını verdiğiniz tuhaf tutumun değişeceğini, zamanla sönümleneceğini umuyorum. “Bir rüzgârdır geçer” diye bekliyorum.

İnsan, tabiatla hiç bitmeyen bir savaşım içerisinde. Onunla kavga etmenin kötü sonuçlarını sıkça yaşıyoruz. Kitabınızda 1999 yılında yaşanan Gölcük depreminden bahsediyorsunuz. 1999 yılından, kitabınızın yayımlanmış olduğu 2023 yılına kadar herhangi bir ders alınmadığını görüyoruz. Tabiat ve insan hakkında ne söylemek istersiniz?
“Doğayı korumak” diyoruz ya, yanlış laf. Bana sorarsanız doğaya bir şey olmaz. Olursa insana olur. Dünya soğur veya ısınır, ya da başka türlü bir düzeltmeye gider. Formatı atar, yoluna devam eder. Ama o arada bir de bakarsınız, homo sapiens yok olup gitmiş. Kısacası korunması gereken insandır. Lakin uzgörüden uzak, çocuksu, para hırsıyla, servet, zenginleşme peşinde debelenen türdeşimizdir korunmaya muhtaç olan. Belki kendi göremeyeceği bir vadede, ama dünyanın yaşına göre çok kısa bir vadede tamamen yok olup gitme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Anadolu’nun, Trakya’nın bütün o güzelim tepelerinde beyaz lekeler halinde beliren taş ocaklarının yarattığı ekonomik artıdeğer verilen ekolojik zararın yanında komik kalır, esamisi bile okunmaz. Bunu anlamıyorlar, anlatamıyoruz.