Romen sinemasının en parlak yılı olmasa da geleceğe yönelik umutların canlı olduğu bir yıldı, bu yıl da. Transilvanya’da gerçekleşen festival...

Romen sinemasının en parlak yılı olmasa da geleceğe yönelik umutların canlı olduğu bir yıldı, bu yıl da. Transilvanya’da gerçekleşen festival TIFF ise 10 yıl içinde çıkabileceği en üst seviyeye çıkarak hızlı bir gelişme kaydetmiş...

Bu yıl, Romanya’nın Cluj-Napoca kentinde düzenlenen Uluslararası Transilvanya Film Festivali için önemli bir yıldı. Festival hem 10 yaşına bastı bu yıl, hem de Uluslararası Film Yapımcıları Birliği (FIAPF), TIFF’i  A kategorisindeki festivaller arasına aldı. 2002’de internet bağlantısı olan tek bir bilgisayarla yola çıkan TIFF, 10 yıl içinde çıkabileceği en üst seviyeye çıkarak çok hızlı bir gelişme kaydetmiş. 
Sadece festival değil, Cluj şehri de birinci sınıf bir Avrupa kenti. Romanya, Avrupa Birliği’nin görece yoksul ülkelerinden biri olabilir ama Cluj oldukça görkemli bir kent. Şehir son derece zevkli, eski taş binalarla dolu. Kentin tarihinde Alman ve Macar kültürlerinin önemli yeri var ve nüfusun önemli bir oranını Macarlar oluşturuyor. Tabii Osmanlılar da zamanında gelmiş buralara ve kimi sözcüklerde Türk mirası da kendisini gösteriyor. Cluj’daki şehirciliğin gelişmişliği, insan ilişkilerinin uygarlığı, parklar, ırmaklar ve göllerin bolluğu insana keşke burada yaşasaydım dedirtiyor.
Tabii sinema salonlarında girip de filmleri izlemeye başladığımızda başka bir manzarayla karşılaşıyoruz. Onca güzellik varken Romen yönetmenler iyi gitmeyen şeylerden söz ediyorlar ve Romanya’nın bugünü ve yakın tarihiyle hesaplaşıyorlar; sorumluluk sahibi her sanatçının doğal olarak yaptığı gibi. Ve Türkiye’deki yönetmenlerin karşılaştığı eleştirilerin benzerleriyle karşılaşıyorlar: “Festivallerde ödül almak için mi böyle filmler yapıyorsunuz?”, “Neden cennet vatanımızın güzelliklerinden söz etmiyorsunuz?” gibi…

TÜRKİYE SİNEMASI GİBİ ‘YENİ’
Romanya sinemasıyla Türk sinemasının ortak bir yanı var: İki sinema da uluslararası başarılara imza atıyor son 10 yıldır ve iki sinema da ‘yeni’ sıfatıyla tanımlanıyor. Hatta şöyle bir ilişki de var: Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da Büyük Ödül kazanan filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da”dan söz eden birkaç yazar referans olarak Romen sinemasından iki filmin adını verdi. Bunlardan biri 2009’da Artvin’de düzenlenen Gezici Festival’de en iyi film ödülün kazanan Corneliu Porumboiu’nun yönettiği ‘Polis; sıfat’, diğeriyse Christi Puiu’nun yönettiği ‘Aurora’ idi.
(Porumboiu’yu festivalin afişinde sanki Hagi’nin 10 numaralı GS formasıyla gol diye bağırırken görmek bizi şaşırtmıştı. Futbolcu formasıyla bağıran bir adam resmi ile film festivali arasında alaka kuramamıştık önce.  Ama festivalin 10. yılı ve futbolda 10 numaralı formanın mükemmellik simgesi olması, Porumboiu’nun babasının hakemlik ve futbol kulübü yöneticiliği yapması durumu aydınlığa kavuşturdu. Ama ben yine de afişi beğenmedim, o başka.)
Romanya, Çavuşesku başkanlığındaki ‘komünist’ rejimden 1989’da çıktı ve kapitalizme geçti. Rejim değişikliği sosyalist ülkelerin çoğunda çok sancılı oldu ve olmaya devam da ediyor. Fakat Romanya’daki değişim Doğu Avrupa’daki benzerleri içinde Yugoslavya’dan sonra en kanlı olanıydı. Çavuşesku ve onun temsil ettikleriyle hesaplaşma hâlâ bütün hızıyla sürüyor Romen sinemasında. Fakat hem ‘devrim’in kendisi, hem de sonrası da soru işaretleriyle, güvensizliklerle dolu. Geçmişte devlet bütün kötülüklerin anası olarak görülürken, bu kez ekonomik zorluklar insanları savuruyor. Fuhuş birçok filmde en büyük sorunlardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Fakat yeni karşılaşılan sorunlar da ‘Kapitalizm Geliştirilmiş Formül’ (Documentarist’te gösterildi) filminde gördüğümüz gibi kapitalizmin doğasına değil de, kapitalizmden de kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmasını bilen eski komünist parti mensuplarının kötülüğüne atfedilebiliyor. Sanki İsveç tipi bir sosyal devlet ve görece uygar kapitalizm isteğe bağlı bir şekilde kurulabilirmiş gibi düşünülüyor...
Festivalin onur konuğu ve ‘mükemmeliyet’ ödülünün sahibi Romanya sinemasının en önemli yönetmeni kabul edilen Lucian Pintilie’ye verildi. Pintilie’nin filmlerinin toplu bir gösterimi de yapıldı festivalde. Cluj’da kaldığım kısa süre içinde bunlardan üçünü gördüm. Üçü de birbirinden farklı filmlerdi. Pintilie’nin ilk filmi “Pazar, Saat 6’da” (1965) oldukça biçimci bir üsluba sahipti ve modern Avrupa sinemasından (Robbe-Grillet, Resnais) etkilenmişti. 1940’larda Nazi işgali altında sevdiklerine ihanet etmek zorunda kalan insanları anlatan film, Pintilie’nin favori konusunun yani ‘kimlik kaybının’ ya da ‘kimlik arayışının’ da habercisiydi. Pintilie’nin yıllar süren bir sürgünden sonra ülkeye döndüğünde yaptığı ‘Meşe’ (1992) ise ülkenin kapitalizme geçişinin bir yıl öncesinde, eski rejimin son yılı olan 1998’de geçiyor. Pintilie ülkeyi bir nevi tımarhane olarak resmetmiş bu filminde. Romenlerin çok beğendiği filmin absürdite dozu ve karnavalesk havası bize aşırı geldi doğrusu. Ama filmin amacı da zaten aşırılığı aşırılıkla görünür kılmak ve aşmak olduğu için bu eleştirimin pek de geçerli olmadığının farkındayım. ‘Meşe’de Pintilie bir doktor ile bir öğretmen üzerinden yine çılgın bir dünyada kimliğini koruma temasını ele alıyor. Pintilie’nin en beğendiğim filmi ‘Niki ve Flo’ (2003) aynı zamanda yönetmenin son uzun metrajlı filmi de olmuş. Filmin bir diğer özelliği de Romen yeni dalgasının önemli ismi Christi Puiu’nun (Bay Lazarescu’nun Ölümü; Aurora) senaryoda imzası olması. O güne kadar eski rejimi eleştiren Pintilie bu kez Flo karakteri üzerinden yeni burjuva kuşağı eleştiriyor. “Her şeyi ben bilirim” havasındaki bir burjuvanın emekli bir albayın dünyasını nasıl adım adım yok ettiğinin ve adamın kimliğini sildiğinin hikâyesi ‘Niki ve Flo’.
Peki yeni Romen sineması ne? 2001’de çektiği ‘Para Pul’ ile Yeni Romen Sineması’nı 10 yıl önce başlattığı kabul edilen Christi Puiu yaptığı konuşmada böyle bir şey, yani yeni bir dalga olmadığını iddia ediyordu. Bu tür kavramlar zaten yönetmenler tarafından değil eleştirmenler tarafından konulur çoğunlukla. Evet, ‘yeni Romen sineması’ diye bir şey var elbette. Yönetmenler bir araya gelip nasıl filmler yapacaklarını tartışmasalar da, gerçekçi, gündelik hayatı doğallığı içinde yansıtmaya çalışan, eski ‘komünist’ rejimle ve yerine geçen kapitalist sistemle hesaplaşma çabası içinde olan bir sinema var. Bu sinema büyük bir değişimin, Çavuşesku nezdinde baba figürünün yok edilişinin, devlet güvencesinden ve korkusundan çıkıp vahşi kapitalizmin kucağına düşüşün bireyler üzerindeki etkilerini de yansıtıyor. Ne yapacağını bilmeyen, kaderini kontrol edemeyen, değerleri altüst olmuş kahramanlara yeni Romen sinemasında sıkça rastlamak mümkün. Eylemlerinde bir nedensizlik, bir rastlantısallık, bir boşluk var çoğunlukla bu kahramanların. Kamera da genellikle sanki eylemin içinde, bir sonraki anda ne olacağını bilmeden ve perdede gördüklerimizle bir mesafe oluşturmadan olayları izliyor oluyor. Ulusal Film Konseyi’nin hazırladığı (ve bize de hediye ettiği!) 11 filmlik ‘Yeni Romen Sineması’ box-set’i ise her sinemaseverin arşivinde bulunması gereken bir seçki içeriyor. Darısı başımıza, keşke Türkiye’de de devlet desteğiyle ‘yeni Türk sineması’nın seçkin örneklerini içeren bir box-set hazırlansa!

BENİM ÖDÜLÜM GABRİEL SPAHİU’YA...
Festivalde ödül alan yeni Romen filmlerine gelince: Constantin Popescu’nun yönettiği ‘Yaşam İlkeleri’ epey bir festival dolaştıktan sonra Cluj’a gelmiş. Popescu bu filmiyle festivalin ana bölümünde yarıştı ve en iyi yönetmen ödülünü ‘Volkan’ filminin yönetmeni Runar Runarsson’la paylaştı. Film Romanya’nın kendinden pek emin, halinden pek memnun burjuvalarından birini anlatıyor. Yeni yaptırdığı villası, güzel bir arabası ve iyi işleyen bir matbaası olan Velicanu’nun görünüşte her şeyi var. Eski karısından bir oğlu ve yeni karısından olan bebeği de bu resme dahil. Ama ergen oğluyla ilişkisi filmin sonunda öyle bir hal alıyor ki, Velicanu’nun hayatının bütün anlamı sorgulanır hale geliyor. Festivali Romen Günleri Uzun Metraj Film Ödülü’nü ise bizde de İstanbul Film Festivali’nde gösterilen ‘Morgen’ kazandı. Marian Crişan’ın yönettiği film Almanya’daki oğlunu görmeye giden bir Türkiye Kürdüyle, ona yardım eden Romen bir çiftçinin hikâyesini anlatıyor. İki adam arasında gelişen dostluk, karşısında devletleri ve onların çizdiği sınırları buluyor. Bogdan George Apetri’nin yönettiği ‘Merkezin Dışında’ (Periferic) ise yine Romen Günleri bölümünün en iyi ilk film ödülünü kazandı. ‘Merkezin Dışında’nın da uzun bir festival serüveni ve birçok ödülü vardı Cluj’a gelmeden önce. Hapisten annesinin cenazesine katılmak üzere bir günlüğüne çıkan genç bir annenin öyküsünü anlatıyor film. Eski pezevengi, erkek kardeşi ve onun karısı ve bir yetimhaneye bırakılmış oğluyla eski hesapları kapatıp, yeni bir hayata başlamaya çalışan genç kadını pek de umutlu bir gelecek beklemediğini öngörmek zor değildi. Festivalde gösterilen bir başka film olan ‘Loverboy’ da fuhuşu konu alıyordu. Cannes’da da Belirli Bir Bakış bölümünde yarışan film Cluj’dan da eli boş döndü. Fakat ‘Loverboy’un yönetmeni Catalin Mitilescu’ya benzetilmek ve hatta o zannedilmek festivalden bende kalan hoş bir anı oldu.
Benim festivalde büyük ödülüm ise iki filmiyle kendisine hayran olduğum oyuncu Gabriel Spahiu’ya gider. Spahiu, hem Radu Jude’nin orta metrajlısı ‘Dostlar İçin Bir Film’inde intiharını filme alan umutsuz adamı, hem de Gabriel Achim’in “Adalbert’in Rüyası”nda işini bilen mühendisi mükemmel biçimde canlandırıyordu. Jude’nin tek bir plan-sekanstan oluşan filmi ise galiba bende en çok iz bırakan film oldu. “Adalbert’in Rüyası” ise festivalin afişine uygun biçimde bir futbol maçından, Steau Bükreş’in Şampiyonlar Ligi şampiyonu olduğu ve Romen kaleci Ducadam’ın üst üste 4 penaltı kurtardığı Şampiyonlar Ligi finalinden söz etmesiyle akılda kalacak en çok. Yoksa filmin sosyalist sistemin bozuk işleyişi hakkında söylediklerinde fazla yeni bir şey yok.
Sonuç olarak Romen sinemasının en parlak yılı olmasa da geleceğe yönelik umutların canlı olduğu bir yıldı, bu yıl da. Bizi festivale davet eden Romanya Kültür Enstitüsü’ne, sayın Silvana Rachieru nezdinde teşekkür ederim.