PINAR ALPAY Bazı yazarlarla aynı dönemde yaşamak ne büyük şans. Dilbilim uzmanı, Yunus Nadi Ödüllü Hakan Akdoğan da bu yazarlardan biri. Son kitabı ‘Varlık ve Piçlik’in üstünden beş sene geçti ama beklediğimize fazlasıyla değdi. Eksik Parça Yayınları’ndan çıkan ‘Kirpi Mesafesi’ yüz yirmi beş sayfalık bir derya. İçinde bulunduğumuz dünyaya dışarıdan çok farklı bir bakış. Kitap, […]

Ruhları sevmeyi denemek
PINAR ALPAY

Bazı yazarlarla aynı dönemde yaşamak ne büyük şans. Dilbilim uzmanı, Yunus Nadi Ödüllü Hakan Akdoğan da bu yazarlardan biri. Son kitabı ‘Varlık ve Piçlik’in üstünden beş sene geçti ama beklediğimize fazlasıyla değdi. Eksik Parça Yayınları’ndan çıkan ‘Kirpi Mesafesi’ yüz yirmi beş sayfalık bir derya. İçinde bulunduğumuz dünyaya dışarıdan çok farklı bir bakış.

Kitap, ‘Kirpi İkilemi’ni (Schopenhauer Kuramı) merkezine alıp, sosyal uyum, cehalet sendromu, sevgi, insanların birbirleriyle ilişkileri, kötülük kavramı, ötekileştirme gibi birçok konuya değiniyor. Bu kurama göre “Soğuk bir kış sabahı çok sayıda kirpi, donmamak için birbirlerine bir hayli yaklaşırlar. Az sonra, oklarının farkına varır ve ayrılırlar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaşırlar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaşırlar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdürürler.”

BOŞLUK VE TEKDÜZELİK

Schopenhauer “İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluğu ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek isterler, bu yüzden topluluklardan uzak durmayı tercih ederler” der.

Metin, işte böyle sıradışı bir karakterle başlıyor.

“Çirkinim. Çirkinliğinin farkında olan başka çirkinler ilgilendi benimle. Çirkinler bunu birbirlerine hiç söylemezler. Onlar, güzel insanların aşk hikâyelerini kendilerine uyarlayarak tatmin olurlar. Çirkinlik sessizce kabullenilen, çaresi olmayan bir hastalık gibidir.”

Sorgun, bir patlamada yüzünden ağır yaralanıyor ve erken emekli ediliyor. İçinde doksan dokuz kişinin yaşadığı bir binanın kapıcı dairesini kiralıyor. Kendi özünü korumakta zorluk çeken, yalnız ve dünyanın geri kalanı için önemsiz biri olarak hayatını sürdürüyor. Onunla karşılaşmanın zor olduğu adeta başka bir paralelde yaşıyor. Bir oda, bir mutfak, bir banyodan oluşan bu rutubetli alana sadece komşusu Uygur’un ziyaret izni var. Uygur ise yaradanın onu evlat acısıyla sınadığı biri. Çocuğunun ölümüne istemeden sebep olmuş yaşayan bir ceset. Hiç konuşmuyor. Bu ikiliye bir süre sonra ölümcül hastalığı ile Sorgun’un babası Mahir ve hayat kadını Lili de katılıyor. Birbirlerinin kederlerine dokunmadan yaşamaya çalışıyorlar. Kendini Sorgun’un üstünden anlamlandırmaya çalışan Hande ve başkalarının sefaletiyle uğraşarak kendi sefaletinden kaçabileceğini sanan Latife de yan karakterler. Latife’nin yönlendirmesiyle Sorgun’a baskı uygulayan diğer komşuları da unutmayalım. Sadece toplumdan onay almak ve/veya değer görmek için inanmadıkları şeyleri yapan kişiler bunlar. Hayatta kalmak ve sosyal ilişkilerinin devamı için çoğunluğa uyum sağlamaya çalışan sahte, amaçsızca yaşam süren ve bunun farkında bile olmayan zavallılar ordusu. Tanıdık geldi mi?

YÜZÜ OLMAYAN ADAM

Olaylar geliştikçe yüzün, şeklin, görünüşün her şey olduğu bir dünyada yüzü olmayan bir adamın çirkinliği güzelliğe çevirişine tanık oluyoruz. Bedenlerin değil ruhların hikâyesini dinliyoruz. Kitaptan net bir son bekleyenler hayal kırıklığına uğrayabilir, zira tüm karakterlerde özellikle Sorgun’da bilinçli olarak bir tamamlanmamışlık, boşta olma/kalma, bitmemişlik söz konusu. Yazar herhangi bir konuya yanıt bulma kaygısı taşımıyor. Yine de “Son kozlar paylaşılırken hakikat ortaya çıkar” diyerek bir tüyo vermiş olayım.

KURGU MATEMATİĞİ

Yaşananlar birinci tekil şahıstan aktarılıyor ve Hakan Akdoğan farkı burada ortaya çıkıyor. Metin hiç didaktik değil. ‘Ve’ bağlacı olmadan yazılmış. ‘İle’ neredeyse hiç yok. Sıfat kullanımı ise çok sınırlı. Fazladan bir kelimenin bile bulunmadığı gel gör ki, bir kelimenin bile çıkarılamayacağı bir metin bu. Yalın ve vurucu bir anlatımı var. Kelime hazinesi, dil işçiliği, kurgu matematiği ise mükemmel. Yazı teknikleriyle bezenmiş (sayısız montaj, aforizma, metafora rastlıyorsunuz) psikolojiyle süslenmiş, felsefeye, sosyolojiye, edebiyata dair birçok göndermeyle kurgulanmış. Yüzü olmayan bir adamın dünyasına tereyağından kıl çeker gibi inilmiş. Akdoğan anlatmıyor, yaşatıyor.

Her şey günümüzde geçiyor olsa da, zamansız demek daha uygun olur. Yaşamdan kesitlerle günümüz modern insanını, toplumu, hayatı eleştiren bir kitap. Kapitalist dünyada hepimizin birer güzellik diktatörü, ötekileştirme uzmanı olduğumuzu düşünürsek bugünde yazılmış ancak yarınlarda da çok rahat geçerli olacak bir eser.

Okurken “Maske olmayan bir yüz var mı yeryüzünde?” diye düşündüm sık sık. Romanı acı tadında bir yemeğe benzettim, ağzınız yansa bile yemeyi bırakamıyorsunuz. Gerçeklerle kurmaca arasındaki çizgiler o kadar silik ki insanın kendisiyle tekrar hesaplaşması kaçınılmaz oluyor. Topluma yabancılaşmış, insanların samimiyetsizliklerinden tiksinen, görünmezlik arayışındaki Sorgun beynime kazındı. En çok da “Görünürlüğün bir ederi var. Suskunluğun ise bedeli” cümlesi hoşuma gitti.

SEÇME İKİLEMİ EN AĞIR YÜK

Kitapta kendimi duvara çarpmış gibi hissettiğim bir başka yer de seçimler konusu.

“İnsanlar seçimleriyle koşulları oluşturur, evet, ama en az bunun kadar da seçemedikleri nedeniyle koşullar da insanı oluşturur. Bu ikisi birbirinden ayırt edilemez. Yeni doğmuş bebekler dışında herkes lekelidir. Seçme ikilemi en ağır yük. Bir iyi ile bir kötü arasından seçmek ikilem değildir. İki iyi arasından daha iyi olanı seçmek de. Asıl ikilem, iki kötü arasından daha az kötü olanı seçmektir.”

Bu konu akla ister istemez kötülük doğuştan mı gelir yoksa tüm suçlu toplumsal etkiler midir sorusunu da beraberinde getiriyor. Çözemediğim ve muhtemelen hiçbir zaman da çözülemeyecek kritik bir mesele daha.

Sanıyorum ‘Kirpi Mesafesi’ni incelemek kitabın on katı kadar yazmayı gerektiriyor. En iyisi yazıyı bir başka üstat Victor Hugo’nun sözleriyle sonlandırmak. “Sadece bedenleri, şekilleri, görüntüleri sevenlere ne yazık! Ölüm her şeyi yok edecek, ruhları sevmeyi deneyin, onlara yeniden kavuşursunuz.”