2000 yılında çiçeği burnunda lider Putin’in önündeki en temel görevlerden biri

2000 yılında çiçeği burnunda lider Putin’in önündeki en temel görevlerden biri, tıpkı Sovyetler Birliği gibi dağılmaya yüz tutan Rusya’nın bütünlüğünün korunması, başkaldırmaya hazırlanan cumhuriyetlerin sindirilmesiydi.

Bunun için, eski Devlet Başkanı Yeltsin’in “Yutabildiğiniz kadar özgürlük alın!” çağrısıyla desteklediği yerel hak ve yetkiler sınırlandı. Çeçen savaşı sonunda, Moskova isyancı cumhuriyete hakim oldu. Tataristan gibi sık sık merkeze başkaldırma eğilimi gösteren cumhuriyet ve bölgelerin yönetimlerine karşı izlenen politika sertleştirildi.

*      *      *

Rusya, bir federatif devlet. Bugün Rusya Federasyonu, toplam 83 federal birimden (eyaletten) oluşuyor: 21 özerk cumhuriyet, 2 federal statülü kent (Moskova, Petersburg) ve kendi arasında dört kategoriye ayrılan 60 bölge.

Birkaç yıl öncesine kadar 89 birim vardı. Putin’in, komşu federal birimleri kendi aralarında birleştirme politikasına bağlı olarak bu sayı azaldı ve yakında yeni birleşmelerin olması bekleniyor.

Ayrıca 2000 yılından itibaren Devlet Başkanı’nın bölgelere atadığı özel temsilcilerle birlikte, ülke yedi federal bölgeye ayrıldı: Merkezi Federal Bölge (merkezi Moskova), Kuzey-Batı Federal Bölgesi (Petersburg), Güney Federal Bölgesi (Rostov), Volga Federal Bölgesi (Nijniy Novgorod), Ural Federal Bölgesi (Yekaterinburg), Sibirya Federal Bölgesi (Novosibirsk), Uzak Doğu Federal Bölgesi (Habarovsk).

2010 Ocak ayında sekizinci bölge olarak Kuzey Kafkasya Federal Bölgesi (Pyatigorsk) kuruldu ve başına başarılı bir işadamı (Hloponin) atandı. Böylece Çeçenistan, Dağıstan, Kabardin-Balkar, İnguşetya gibi “problemli” cumhuriyetlere yönelik olarak sosyal-ekonomik yanı ağır basan yeni bir yaklaşımın benimsendiği gösterilmeye çalışıldı. İşsizlikle, yoksullukla ve yolsuzluklarla mücadele başa alındı; yatırımların hızlandırılması programı hazırlandı.

*      *      *

2010 yılında Rusya’nın federatif yapısında ve merkez (Kremlin) ile bölgelerin ilişkilerinde ciddi değişiklikler oldu.

En başta özerk cumhuriyetlerle bölgelerin 90’lı yıllardan beri iktidardaki güçlü ve zaman zaman merkezden bağımsız davranan liderleri görevden alındı. Mintimer Şaymiyev (Tataristan), Murtaza Rahimov (Başkordistan), Nikolay Fyodorov (Çuvaşistan), Kirsan İlyumjinov (Kalmıkya), Aleksandr Filipenko (Hantı-Mansiysk), Pyotr Sumin (Çelyabinsk) ve en önemlisi Yuriy Lujkov (Moskova Belediye Başkanı) safdışı edildi.

Bazen barışçıl biçimde (Tataristan, Çuvaşistan, Kalmıkya), bazen gizli bir gerginlikle (Başkortistan), bazen de oldukça sert mücadele yoluyla ve açıkça kovma yöntemiyle (Moskova) bu yöneticilerin iktidarına son verildi.

Böylece Kremlin, Yeltsin döneminden kalma eski ve önemli isimlerden kurtuldu.

Ama siyasi istikrar açısından “yararlı” görülen eskilerden görevde kalanlar da oldu. Örneğin, Aman Tuleyev (Kemerovo), Oleg Korolev (Lipetsk), Nikolay Merkuşin (Mordovya) gibi.

*      *      *

Bir yıl içinde Rusya’nın 35 yerel liderinden 18’i Başkan Medvedev’in emriyle değiştirildi. Böylece 2000 yılında başlatılan “merkezin otoritesinin bölgelerde koşulsuz uygulanması” uygulaması, belki de önemli hatlarıyla tamamlanmış oldu.

Şunu da ekleyelim: Görevden alınanlar iktidara muhalif değildi. Hepsi Putin’in liderliğindeki Birleşik Rusya Partisi’nin üye ve yöneticisiydi. Ayrıca bunların çoğu öylesine güçlüydü ki (en başta Lujkov), bugün yapılan anketler, halkın hâlâ yeni liderlere yeterince ısınamadığını ve eskileri özlediğini gösteriyor. Ne var ki, Kremlin bu riske bilinçli olarak girdi.

Şimdi Rusya, 2011 sonunda parlamento, 2012 başlarında da başkanlık seçimlerine hazırlanıyor ve Kremlin’e herhangi bir konuda yerel düzeyde karşı gelebilecek önemli bir lider ortada görünmüyor.


Gazeteci ve okuru

Belki 25 yıl kadar önce, Leningrad Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi’ne bir derste, Lenin’in şu satırlarını tartıştığımızı çok iyi hatırlıyorum:

“Gazete, gazetecinin (bir ara) yazıverdiği, okurun da (bir ara) okuyuverdiği bir şey değildir. Partili gazetecilik, gazeteciden de, okurdan da ciddi katkı bekler.”

Benim hayatımda “partili gazetecilik” dönemi çoktan kapandı. Dahası, iyi bir gazetecinin gerçeklere ve mesleki ahlaka her türlü görüşten, ideolojiden ve partiden daha fazla bağlı olması gerektiğini öğrendim.

Ama işin öteki tarafları hâlâ önemli. Yani, gazetecinin ve yazarın da, okurun da baştansavmacı değil, özenli olması gerektiği konusu.

Gazeteci de insan sonuçta. Her gün aynı heyecanı ve ilhamı yakalayamayabilir. Ama işini her gün iyi yapmakla yükümlüdür. Eğer gazetenin bir köşesinde yazıyorsan, yazının mutlaka okura yeni bir bilgi veya da farklı bir bakış açısı, ya da edebi bir lezzet vermesi gerek. Yoksa zaten bir süre sonra okunmaz oluyorsun. Ya da okur, “onca işi arasında” sana da şöyle bir göz atıyor. Yazının başlığına, ilk satırlara, sonuna, belki altı çizili bir bölüme, varsa görsel unsurlara… İlginç bir şey varsa, kapıyı aralayarak yazıdan içeri giriyor. Yoksa bir ekspres tren gibi, hızla öteki sayfalara ve gazetelere doğru yoluna devam ediyor.

Ya okur? O kendini nasıl konumlandırıyor? Yani, ben bu gazetenin parasını verdim, şimdi onunla ne yaparsam yaparım, mı diyor? Pek okumasa da, gazeteyi almış olmakla “görevini yapmış” mı sayıyor? Ya da alıştığı birkaç sayfaya ve yazara bir göz atmakla mı yetiniyor? Gazeteyi ciddiye alıp eleştiriyor mu? Beğendiği ve beğenmediği şeyleri düşünüyor mu? En önemlisi, gazeteye ve yazarlara görüşlerini iletiyor mu?

Benim altı ayı aşkın deneyimim ve aldığım izlenim, BirGün gazetesi okurunun, gazete yazarına ulaşma çabasında sahip olduğu potansiyelin altında bir aktivite içinde olduğu yolunda. Yanılıyor olabilirim. Ama özellikle elektronik postadan iletişim, eleştiri, görüş ve öneri aktarma ortamı, benim başka birçok gazetede yaşadığımdan daha sakin. Okur ya pek okumuyor, ya okuduklarını ilginç bulmuyor (ben çuvaldıza talibim, tamam!), ya da böyle bir  katkıya gerek görmüyor. Belki de gazeteyi alma ve okuma katkısını yeterli sayıyor.

Onun için, okurlardan ileti aldığımda çocuklar gibi sevinip “Acaba bugün kurban mı kessem?” diye düşündüğüm oluyor.

Ben adresime gelen tüm iletilere (küfürler ve “küfürümsüler” hariç) mutlaka cevap veriyorum. Ve bazen görüyorum ki, bazen “fırçalama sınırında” eleştiri getirenler, kendilerine cevap verildiğinde, ikinci iletilerini çok daha kibar ve düşünceli yazabiliyorlar. Çünkü genelde yazarın “maillerine bakmayan ve tenezzül edip okura cevap vermeyen bir yeryüzü Tanrısı olduğu” fikrine kendilerini alıştırmışlar. (Tabii ben her gün “milyonlarca ileti” alan ve bunları okuyacak zamanı olmayan “meslek büyüklerimiz”in sorunlarını anlayamam.)

Bir de “genel iletiler” var. Yani herkese birden yollanırken, benim kutuma da düşmüş olanlar. Kimisi siyasi bir soruna parmak basıyor, kimisi gençlerin veya işçilerin dertlerine. Kimisi de ticari amaçlı, bir şeylerin reklamını yapıyor. Ya da bugünlerde olduğu gibi, yeni yıl kutlaması türü iyi dilek ifade edenler…

Kişisel fikrimi söyleyeyim. İleti gruplarının iletişim için önemli ve çağdaş bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Bazı durumlarda “genel iletiler”in zorunlu olabileceğini de göz önünde tutuyorum. Ama adıma yollanmış özel iletiler ile bunlar arasında bence dağlar kadar fark var. Adam küfretmiş, ama “bana özel”; kabulümdür. Ya da bir konu veya dileğini yazarken benim ismimi ayrıca yazıp “copy-paste süresi” (belki 10-15 saniye) harcamaktan kaçınmamış. Ne güzel! Yoksa, nedir öyle, askeri talimde gibi, herkese toptan sallanan cümlelerin içinde kendine bir şeyler seçmeye çalışmak!..

Yine de bu köşeyi yazdığım süre içinde, zahmet edip bana (özel ya da genel) ileti gönderen, düşünce ve duygularını aktaran okurlara şükran duygusu beslediğimi buradan aktarmak istiyorum. Olumlu ya da olumsuz, her neyse, yazdığınız için, ilettiğiniz için sağolun. Ve biraz gecikmeyle de olsa, hepinizin yeni yılı kutlu olsun!..