Moskova'dayım. Biriken işleri halletmek için tempolu bir görüşme takvimini uygulamaya çalışıyorum.

Moskova’dayım. Biriken işleri halletmek için tempolu bir görüşme takvimini uygulamaya çalışıyorum. Ama mümkün mü? Hiç hesapta olmayan şeyler oluyor.

- Sakın görüşmeye metroyla gelme! Ya polis çeviriyor, ya ötekiler adam dövüyor!

- Aman metrodan başka araç yollanma! Yollar kapalı, trafik tıkalı. Her tarafta eylemler var!

Başkent ayakta. Geçenlerde “spor taraftarları arasında çıkan anlaşmazlık” olarak çıkan kavga ve ölen bir kişi, birkaç gün sonra Moskova’da binlerce kişiyi sokaklara döktü. Ardından yeni mitingler geldi. Üstelik yalnızca burada değil, başka kentlerde de.

On yıllarca “proleter enternasyonalizmi” ile yatıp kalkan, “halkların dostluğu”nu şiar edinen ülke, şimdi birçok parçaya ayrılmış durumda. Kaç ulus varsa o kadar parça! Ama son günlerin gerilimi altında kısaca özetlemek gerekirse iki parça:

- Ruslar ve Rus olmayanlar (en başta Dağıstan, İnguşetya, Kabardin-Balkar gibi Rusya Federasyonu’na bağlı Kafkasya cumhuriyetleri yurttaşları)!

Rusların bir kısmı “Rusya Rusların, Moskova Moskovalıların” diyerek başkentteki suç oranını önemli ölçüde yükselttiklerini savundukları “esmerler”e karşı çıkıyor.

“Ekmek parası için” Moskova’ya gelen Kafkasyalılar ise giderek artan ölçüde “Rus şovenizmine kurban olduklarını” iddia ediyor.

Her iki tarafın militan sözcülerinin konuşmalarına bakınca, değil onlara sempati hissetmek, ürküntü duymadan onları dinlemek bile mümkün değil. Sadece kan istiyor gibiler!..

Başkent polisi çarşamba günü aldığı olağanüstü önlemlerle katliam çıkmasını engelledi. (Bu arada binin üzerinde insanı göz altına aldı.) Ortalık sakin. Ama şimdilik…

Her iki taraf da yeni “intikam eylemleri” hazırlığında. Ayrıca başkentte Ruslar çoğunlukta ise, örneğin, İnguşetya’da, Dağıstan’da vs. Ruslar azınlıkta. Olaylar aynı mantıkla oralara sıçrarsa kim kimi kurtarabilir?..

İşin ilginç yanı, ülke böyle bir ırkçılık dalgası ile sarsılırken, Kremlin’den gelen açıklamalar son derece yetersiz ve aşırı derecede sakin. Acaba “büyükler”in bir bildiği veya başka bir planı mı var?..

***

Berlusconi’nin siyasi ve cinsel iktidar arzusu


Acaba Silvio Berlusconi dönemi kapanıyor mu derken, o yine güvenoyu alarak krizi atlattı. Nereye kadar? Bilmiyoruz. İtalya sokakta. Ama o her zamanki pişkin ve kaygısız haliyle geleceğe ilişkin yeni tasarılar yapıyor...

İtalya’nın en zengin adamı. Dünyada da ilk 25’e girdiği söyleniyor.

1936 doğumlu. Ama yılları önemsemeyen bir havası var.

Bir başkasının “İşte başarı ve mutluluk bu” diyebileceği yerde o durmuyor, bitmez tükenmez hırsıyla yeni bir alana saldırarak sanki gizli hedefine bir adım daha yaklaşmaya çalışıyor.

*      *      *

Milanolu bir banka memurunun oğlu olan Silvio Berlusconi hukuk okudu, ama hukukçu olmak istemedi. Bir süre bir inşaat şirketinde çalıştı. 24 yaşında kendi şirketini kurdu. İnşaat sektöründeki başarılarıyla para kazanmış, ama tatmin olmamıştı.

Gözü daha ünlü ve güçlü olmanın anahtarı olarak gördüğü medya dünyasındaydı. Yerel bir televizyon kanalıyla başladığı mücadele, 70’li yılların ortasında onu birkaç televizyon kanalının ortaklığına getirdi; 80’lerin başında ise bir medya devi idi. Bir dizi mağaza, ticaret ve emlak şirketinden sonra, ünlü futbol kulübü AC Milan’ı devralarak onu Avrupa’nın en büyüklerinden biri yaptı.

Forbes dergisine göre serveti 12 milyar dolardı. Ama yeterince mutlu değildi. Başkalarının emekliliği düşündüğü bir dönemde, 57 yaşında siyasete atıldı.

Ertesi yıl (1994) dokuz aylık bir başbakanlık dönemi yaşadı. 2001’de, ortalama hükümet ömrü iki yılı bile bulmayan İtalya’da başbakanlık koltuğunda rekor kırmak üzere tekrar hükümet kuruyordu. 2006’da gitti, 2008’de tekrar geldi ve üçüncü hükümetini kurdu.

*      *      *

Para, spor, medya, politika... Ahtapot misali kollarını attığı bütün bu alanlardaki başarıları onu doyurmuyordu. Başbakanken kafasına saç ektirmesi ve cildini gerdirmesi, ona sahip olduğu servet ve iktidarın yeterli gelmediğini gösteriyordu.

“Ben politikanın Hz. İsa’sıyım” diyordu Berlusconi. Avrupa tarihinde yalnızca Napolyon’u kendisinden daha başarılı bulduğunu söylüyor, ama Napolyon’dan üstün yanını vurgulamadan da yapamıyordu: “Ben ondan daha uzun boyluyum!”

Fiziksel görüntü Berlusconi için yaşamsal önem taşıyordu. Öyle olmasa her sabah bir saat “güzellik seansı” yapar, yanık teni ve moda giysileri ile objektiflere sık sık poz verir miydi?

Hakkında zimmete para geçirme, vergi kaçırma ve sahtekârlık iddiasıyla çok sayıda dava vardı; Napoli mafyası ile ilişkileri dillere destan olmuştu. Ama o aldırmıyor, her konuda bildiğini okuyor, ağzına geleni söylüyordu.

Patavatsızlıkta üstüne yoktu. Solculara, gazetecilere, yargıçlara yönelik hakaretleriyle ünlendi. Mussolini’nin kimseyi öldürmediğini söyleyecek kadar ciddiyetsiz, “Bizim uygarlığımız, İslam uygarlığını döver” diyecek kadar pervasız, seçim kampanyası boyunca seks yapmayacağını ilan edecek kadar densiz, katıldığı düğünde Tayyip Erdoğan’ın gelini Reyyan Uzuner’in elini öpmeye çalışacak kadar işgüzardı. Ve Danimarka Başbakanı olduğu dönemde Rasmussen’in yakışıklılığından dem vurarak “Acaba karımı onunla tanıştırsam mı?” diyecek kadar ölçüsüz...

*      *      *

İkinci karısı Veronica onun çapkınlıklarına ve ilgisizliğine yıllarca dayandı. Berlusconi’nin, 1997’de İtalya güzellik yarışmasında dereceye giren Mara Carfagna’ya “Evli olmasaydım seninle evlenirdim” demesi bardağı taşırdı. Aile krizi, sonunda Veronica’nın boşanmayı seçmesiyle sonuçlandı.

Berlusconi’nin adı, defalarca genç kızlarla ve fahişelerle medyada anıldı. O bana mısın demedi. Tersine bu konuyu hep gündemde tutmaya gayret etti. Daha 13 Nisan 2008 seçimlerini yüzde 47’lik oy desteğiyle kazanmasından sonra kurduğu hükümette bakanlık koltuğu verdiği dört kadından birinin aynı Carfagna olması, dahası tören sırasında ona “Partimizdeki kadınların ilk gece hakkı lidere aittir. Hem bilirsin, ben kolay kadınları severim” demesi akıllarda kalmıştı.

“Sağcı kadınlar daha güzeldir” ve “Solcular kadından anlamaz” gibi demeçleri dünya basında yankılandı. Yabancı ülke büyükelçilerini toplayıp “İtalya’ya ülkenizden güzel kadınlar getirin” demesi de öyle.

Bir ara, parlamentonun bir oturumu sırasında kürsüden iki kadın milletvekiline gizli not gönderirken yakayı ele vermişti. Notta yazılan “Orada yan yana çok güzel görünüyorsunuz. Benim konuşmama boş verin, dediklerimin pek önemi yok. İkinizi de öpüyorum” cümleleri, belki de onun farklı alanlara yayılan güç ve iktidar hırsının gerisindeki asıl isteği içtenlikle yansıtıyordu.

*      *      *

O hep en seksi, en yakışıklı, en güçlü erkek olmak istemişti. “Yaşına karşın çok dinç, şık, zeki ve şakacı” imajı, onu en mutlu eden şeydi.

Berlusconi’nin kara günleri de oldu. 26 Kasım 2006 ve 19 Mayıs 2007, onun baygınlık geçirerek kameraların önünde bir çuval gibi yığılıp kaldığı, hayatın gerçeklerinin hayal ve isteklere attığı iki sert tokadın tarihiydi. 13 Aralık 2009’da (tıpkı ondan dört yıl önceki gibi) bir saldırı sonucu kanlar içinde hastanenin yolunu tutarken de “güçlü lider” imajı ciddi darbe almıştı.

O sanki hakkındaki skandal iddialara ve siyasi krizlere değil, “gençlere taş çıkaran, seksi ve güçlü erkek” imajının zarar görmesinden etkileniyor gibiydi.

Galiba onun asıl meselesi ve arzusu sonsuz iktidardı. Yalnızca siyasi değil, aynı zamanda cinsel iktidar…