Bizim memlekette ne zaman bir rüzgâr esse, bu rüzgâr halktan ve demokrasiden yana kimi motifler de taşısa, beni bir korku...

Bizim memlekette ne zaman bir rüzgâr esse, bu rüzgâr halktan ve demokrasiden yana kimi motifler de taşısa, beni bir korku ve kaygı alır. Ya da bir tür “eksiklik duygusu” da denebilir buna.
Bu nasıl bir şey biliyor musunuz? İlyas Salman’ın babasının askerlik hatırası gibi!
Hani, komutanlar asker almak için köye gelmişler, bizimkinin hasta babasını da alıp götürmüşler… Kışlada komutan demiş, “Oğlum seni hasta hasta kim aldı, neden söylemedin?” O da demiş “Komutan geldi, bizi topladı, sordu. Nasılsın asker? Bütün gençler yanıt verdi Sağol! Arada bir ben, “hasteyem” dedim amma… Duyan olmadı.”
1996 yılında Susurluk kazası sonrası hissettim bu eksiklik duygusunu önce… Memlekette 12 Eylül öncesi ne kadar sebebi ya da faili bilinmeyen olay varsa, arkasından Abdullah Çatlı çıkıyordu. O da zaten trafik kazasında ölmüştü. Bunca olayın tek bir kişi tarafından ve daha büyük bir plana bağlı olmaksızın organize edilmiş olması olanaksızdı. Sanki her şey onun üzerine yıkılıp, başkaları (ve bu arada daha büyük plan) aradan kaçırılıyor gibiydi. Bu gerçekten böyle miydi, bilmiyorum… Sadece duygularımı paylaşıyorum.
Benzer bir şey 28 Şubat’ta da olmuştu. Tarikat liderleri, şeyhler ve onların yaptıkları TV’lerde yayınlanıyor, gazetelerde ifşa ediliyor, bir rüzgâr estiriliyordu. Gözlerimiz fal taşı gibi açılarak okuyor ya da dinliyorduk. Kimi zaman öfkelenerek, kimi zaman merakla, kimi zaman hüzünlenerek… Ama her zaman büyük bir şaşkınlıkla izliyorduk.
Her seferinde ben şaşkınlık duygumu bundan sonra yitireceğimi düşünürken, şaşırtıcı başka bir rüzgârla karşılaşıyordum.
Eminim sizin de aklınızda bir yığın “rüzgâr” vardır… Ben benim aklımda kalanları yazıyorum…
Sonra Ecevit’in “hastalık rüzgârı” çıktı. Daha birkaç yıl önce “devrimci” diye sahneye sürülen Ecevit, şimdi “hasta” diye sahneden inmeye davet ediliyordu. Rüzgâr öyle bir hal aldı ki, örneğin bir medyum, Ecevit’in Eylül ayında öleceğini yıldızların kendisine söylediğini iddia etmiş ve bu da basında yer alabilmişti. (Demokratik ülkelerde elbette herkes her şeyi iddia edebilir. Dikkat çekici olan, bu tür iddiaların kamuoyunda ne oranda yer aldığıdır!)
Sonra Tayyip Erdoğan rüzgârı esti… Önce ona karşı olan rüzgâr, seçimden sonra ondan yana döndü. Seçilmesi de bir tuhaftı. Nasılsa Siirt’ten milletvekili seçilmiş bir yeniyetme patron, hukukumuzun derinliklerindeki bir yasa maddesine dayanarak, ama aslında bir rüzgârla, bertaraf edilmiş, ardından Erdoğan da her nasılsa sürece dâhil edilip milletvekili oluvermişti.
Fakat memleketteki rüzgâr bitmezdi… Memlekette yıllardır birilerinin gizli kapaklı işler çevirdiğini ve bu gizli kapaklı yollarla ülke kaderinde etkili olmaya çalıştığını, sadece şu rüzgârlara bakarak bile(!), hepimiz hissediyoruz. Bu birileri her kimse ya da kimlerse, ortaya çıkarılmalı ve artık her şey açıklık içinde olmalı. Bu Ergenekon davası, bu işlere yarayacak mı? Pek sanmıyorum. O da bir rüzgâr, estiriliyor…
Sonra telefon dinleme rüzgârı, “kâğıt parçası” rüzgârı, Öymen-Dersim rüzgârı…
Bu yaratılan rüzgârların, sosyalistlerin, solcuların, Kemalistlerin, İslamcıların ya da her türden milliyetçilerin, CHP’nin, AKP’nin, MHP’nin ya da DTP’nin lehine ya da aleyhine olması, inanın benim için önemli bir değerlendirme kriteri değil. Bütün bunlarla “rüzgârsız” mücadele edilmeli, edilecekse… Propagandaların arkasına sığınarak değil… Açıklayan, anlatan, öğreten, gösteren bir dille yapılmalı…Yalan, iftira, yakıştırmalarla değil…. Gerçeklere dayanarak…Doğrulara ve vicdanlara seslenerek… Ve rakibine saygı da duyarak… Ona bu saygıyı da hissettirerek… Elbette demokratik yöntemlere bağlı kalınarak, hukuk kurallarına uyularak…
Beni rahatsız eden şey, ortalıkta bir rüzgâr estirilmesi ve bizden de birer vatandaş olarak bu rüzgâra katılmamızın istenmesi. Beni rahatsız eden şey, kimin ne yaptığını bilmeden, gerçekten öğrenmeden, dinlemeden, bizden taraf olmamızın beklenmesi… Konuyu kafamızda tartmamız için bize zaman tanınmaması, konuya dair tartışan taraflara savundukları görüşlerle ilgili çekincelerimizi, kaygılarımızı ifade etme ve iletme özgürlüğümüzün önemsenmemesi… Ya da her nasılsa oluşturulmuş naçizane görüşlerimizi öne sürerken, eğer bu görüş rüzgârın karşıt kutbundaysa, derhal darbeci, orducu, liberal faşist, komünist, milliyetçi, ırkçı, PKK’lı, terörist, AKP’li, CHP’li, elit, 3. dünya solcusu, dinozor, hain vb türlü iftiralarla karalanması… Hatta sanki hiç biri meşru görüşler değilmiş gibi, Kemalist, liberal, milliyetçi, sosyal demokrat, komünist, vb. diye “suçlanmak”… İstenen şeyse, derhal, rüzgâr estirene onay veren olmak.
Bunu asker yapınca, adı “psikolojik harekât” oluyor. Siviller yapınca “kamuoyu oluşturma”… Ama hepsi aynı kapı… Radikal’de Murat Yetkin sık sık söylüyor; siyasette “algı” çoğu kez gerçeğin yerine geçer. Rüzgârla “algı” yaratılıyor, gerçeklerin önüne geçirilmek isteniyor.
Evet artık galiba Türkiye’de siyaset böyle yapılıyor. En çok gürültüyü koparan, en yırtık olan… Rakiplerini her türlü yolu kullanarak en çok susturan… Bunu da döneme denk düşen en uygun söylemlerle paketleyip, yalan da olsa, sahte de olsa, iftira da olsa, önümüze sunanlar, algıyı yaratan, etkili ve güçlü…
Aslında sadece siyasette etkili değil bu “akım”…Ticarette de, sosyal yaşamda da, eğitimde de, basında da… Her alanda… Giderek daha çok alana yayılıyor. “Gerçek ve iyi insanlar” hızla köşelerine çekiliyorlar. Yerlerini bunlara bırakıyorlar… “Düzen” dediğin, bu!
1990’ların ortalarında çıkan Yeniden Dergisi, “Bir tek senin sesin yok!” diyerek başlamıştı yayın yaşamına. Doğru, bir tek O’nun sesi yoktu. 
Kimse kusura bakmasın; O’nun sesinin olmadığı hiçbir rüzgâr, gerçek bir rüzgâr değildir!