Şafak Nakajima: Yoksulluk, yüksek işsizlik ve gevşek kanuni yaptırımlar şiddeti besler
Gülşen İşeri
Şafak Nakajima'nın çalışması 'Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları', İnkılap Kitabevi tarafından yayımlandı. Nakajima’yla kitabını ve şiddetin boyutlarını konuştuk.
Şiddeti ne besler? Şiddetten korunmanın yolları var mı? İlişkilerimizdeki şiddetin boyutunu nasıl anlarız? Ve kimler şiddet uygular?
Bütüncül tıp doktoru ve bilim insanı Şafak Nakajima 'Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları'nı kitaplaştırdı. Nakajima kitapta, ilişkilerin tüm boyutlarını ele alıyor; aile, toplum, karı-koca, sevgili… Bu ilişkilerde yaşanılan fiziksel şiddetin yanı sıra duygusal şiddetin de hayatlarımızı nasıl etkilediğini, nasıl bir çıkmaza sürüklendiğimizi, şiddetin her sınıfsal grupta nasıl yaşandığını örneklerle anlatıyor. Erkek Egemen Toplumda Şiddet bölümü ise bugün yaşadığımız kadın cinayetlerine giden yolu gösteriyor. Sadece bu da değil; yoksulluk ve işsizliğin, yaptırımı olmayan kanunların şiddeti nasıl beslediğini de gözler önüne seriyor.
İnkılâp Kitabevi etiketiyle yayımlanan 'Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları', empatiden narsisizme, egoizmden şizofreniye, homofobik yaklaşımdan ırkçılığa kadar pek çok kavramı okuyucuyla yüzleştiriyor.
Şafak Nakajima’yla kitabı vesilesiyle bir araya geldik ve şiddetin boyutlarını konuştuk.
Bugünlerde sık sık duyduğumuz şiddet haberleri hayatımızın her alanına sirayet etmeye başladı. Siz de 'Şiddetin Gölgesinde İlişkilerin Karanlık Kuyuları' adlı bir kitap yayımladınız. Buradan başlarsak pek çok şiddet türünü kaleme almışsınız. Neydi size bunları yazdıran?
Bana bu kitabı mesleğim yazdırdı. Uzun hekimlik yaşamım boyunca sayısız hastam oldu. Farklı nedenlerle kliniklere başvuran insanların çok büyük bölümünün hastalıklarının altında, yaşadıkları yoğun stresin yattığını gördüm. İnsanları hasta eden stres faktörlerinin başında ise devletten halka, toplum ve aileden bireye yönelik örtülü ya da açık şiddetten beslenen sağlıksız ilişkiler var. Maalesef günümüz tıp paradigmasına göre insan, kendi kendine bozulan ve parça parça tamir edilmesi gereken bir makine. Oysa insan, biyolojik olduğu kadar psikososyal bir varlık. Tüm bu faktörleri dikkate almayan bir yaklaşım bilimsellikten uzak ve işlevsiz. Ben mesleki eğitim ve deneyimlerimin senteziyle bütüncül bir tıp modeli geliştirdim. Bu model, insanı biyopsikososyal bütünlüğü ile ele alıp, tedavide hastanın bilinçlenmesine ve ilaçsız tıbbi tedavilere öncelik veriyor. Kitabımı da, insan sağlığını bozan ve sıklıkla göz ardı edilen şiddet konusunda hasta ve okurlarıma derinlemesine bir farkındalık kazandırmak için yazdım.
Kitabınıza baktığımızda şiddeti sadece fiziksel olarak ele almamışsınız. Duygusal şiddet faktörü var ki, sanırım en tehlikelisi… Bu şiddet türlerine baktığımızda hep bir çocukluk hikâyesi yatıyor altında. Bu konuda uzman biri olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Çocukluk dönemi, masum, savunmasız ve varlığımızı sürdürmek için büyüklere bağımlı olduğumuz bir süreç. Bu süreçte onlardan gelen her tür etkene tümüyle açığız. Onların tezgâhında hayatı öğreniyoruz. İnsan olmanın, kadın, erkek, çocuk olmanın, birey olmanın ya da olamamanın ne olduğunu… İletişim dilini; bu dilin yapıcılığını ya da yıkıcılığını… Üstelik bu etkileşim henüz anne karnında başlıyor. Annemizin gebelik sırasında stresli olması zekâ düzeyimizden, ileri yaşlarda yaşadığımız sağlık sorunlarına kadar pek çok şeyi belirliyor. Şiddet karşımıza en sıklıkla, duygusal, cinsel, ekonomik, ideolojik ya da inançsal alanlarda çıkıyor. Örtülü saldırganlık ya da ihmal şeklinde uygulanıyor. Birçok aile çocuklarına şiddet uygulayarak ne kadar fazla zarar verdiğinin farkında bile değil. Kitap, farklı şiddet türlerinin çocukluktan yetişkinliğe ne tür etkiler bıraktığını, yaşamı nasıl mahvettiğini detaylı olarak ele alıyor.
'ERKEK EGEMEN TOPLUM, ERKEĞİN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ SAĞLAMAK İÇİN ŞİDDETİ MEŞRULAŞTIRIR'
"Erkek Egemen Toplumda Şiddet"i sıralamışsınız. Bugün Türkiye’de hatta dünyada kadına şiddet, taciz, cinsel istismar artarak devam ediyor. Bu şiddet erkekler tarafından nelerden besleniyor?
Erkek egemen toplum, erkeğin üstünlüğünü sağlamak için şiddeti meşrulaştırır. Ayrımcılık çocuğun doğumuyla başlar. “Oğlan doğuran övünür, kız doğuran dövünür” atasözüne sahip bir toplumda çoğu erkek ve kız çocuk beş yaşına geldiğinde, aile, okul, din ve devlet tarafından kendilerine öğretilen cinsiyet rollerini ve beklentilerini içselleştirmiş olur. Erkek olmanın sert, güçlü, göz korkutucu olmak anlamına geldiğini öğrenir. Kız çocuğa ise evlat, kardeş, anne, eş ya da bir çalışan olarak rolünü erkek otoritesi altında oynaması gerektiği öğretilir.
Kadın kamusal alanda olduğu sürece sokağın bir parçasıdır ve her tür tacize açıktır. Dini ve tarihi gelenekler, sahiplenme adı altında kadının giyiminden, eğitimine ve eş seçimine kadar her alanda baskılanmasını ve baskıya boyun eğmediği takdirde cezalandırılmasını onaylar. Sahiplik kavramı, babasoylu mirası korumak adına yasalar aracılığıyla da kadın cinselliği üzerindeki kontrolü meşrulaştırır.
Yani burada homofobik bir yaklaşımdan da söz edebilir miyiz?
Cinsellik, aile onuru kavramıyla da ilintilendirilir. Erkek egemen toplum, ailenin rızası olmadan “yasak” cinsel ilişkiye girerek veya evlenip boşanarak ailenin onurunu zedelediğinden şüphelenilen kadınların öldürülmesine izin verir. Aynı zamanda, LGBTİ+ gençlerin toplumsal normlara yönelik bir “tehdit” olduğu gerekçesini öne sürerek, onlara yönelik nefret suçlarının yayılmasına da yardımcı olur. Erkek egemen normlar, günümüzde dehşet verici düzeye ulaşan ırksal ve homofobik şiddetin de ana kaynağıdır.
'GEVŞEK KANUNİ YAPTIRIMLAR ŞİDDETİ BESLER'
Elbette bunun gerekçeleri var değil mi?
Vahşi kapitalizmin fedakârlıktan ziyade egoizmi, açgözlülüğü teşvik ettiği ve şiddeti destekleyici bir kültür sağladığı da ortadadır. Yoksulluk, yüksek işsizlik ve gevşek kanuni yaptırımlar şiddeti besler. Zenginler ve güçlüler cezadan kurtulacaklarını bildiklerinde, daha da cüretkâr biçimde erkek egemen toplumun sağladığı ayrıcalıklardan yararlanarak kadın üzerinde baskı kurar, şiddet uygular ve yaşamını sonlandırır.
Türkiye’de cinsel istismara uğrayıp, betona gömülüp, yakılıp, kesilip atılan kadınların hikâyelerini biliyoruz. İnsan bazen düşününce bu kadar canavarlaştıracak ne olabilir diyor. Bir psikopat mı? Şizofren mi? Bu kişilerden nasıl uzak durulur?
Bu sorunun tek bir cevabı yok. Genetik yatkınlık, beyin hasarına yol açan kaza ve hastalıklar, çocuklukta yaşanan duygusal travmalarla, toplumun erkek egemen değerlerinin bileşimi, bazı insanlarda şiddete eğilimli zihinsel bozukluk ve davranışları yeşertebilir. Anti sosyal kişilik bozukluğu adı verilen kural ve yasa tanımazlık ortaya çıkabilir. Elbette bazılarında psikotik akıl hastalıklarının da bulunması mümkündür. Toparlarsak, organik beyin hasarı, psikopati, çocukluk çağı travması, grup etkisi ve toplumsal gelenekler, canavarlık olarak nitelenebilecek vahşi şiddet davranışına katkıda bulunan faktörler arasındadır.
Bu kişilerden uzak kalabilmek için öncelikle onların davranış kalıplarını tanımak gerekir. Aynı zamanda kurbanın kendi zaaflarını da öğrenmesi zorunludur. Zira şiddet tango gibidir, tek başına yapılmaz. Tüm bu bilgileri 'İlişkilerin Karanlık Kuyuları' kitabında, bizden örneklerle işledim.
'ŞİDDET, HER SINIF VE ETNİK GRUPTA VAR OLAN BİR SORUN'
Danışanlarınızın da yaşadıklarıyla örnekler vermişsiniz. Burada şiddet uygulayanın statüsünün pek bir önemi yok. Şiddet her evde, her toplumda, her kişide baş gösterebiliyor, değil mi?
Doğru! Şiddet her sınıf ve etnik grupta var olan bir sorun. Şahane gibi duran ilişkilerin, mutluluk abidesi gibi görünen ailelerin, başarılı çocukların hikâyelerinde, akıl almaz şiddet olaylarına rastlamak mümkün. Ancak mağdurun şiddetin farkına vardıktan sonra kurtulması, eğitimli, ekonomik olarak tek başına ayakta durabilecek güçte olmasıyla yakından bağlantılı.
İlişkilerde şiddetin boyutu öldürülmeye kadar gidiyor. Bu noktaya gelinene kadar kişi susmayı tercih ediyor, saklıyor. Neden?
Çok neden var. Kısaca özetleyecek olursak, şiddetin farkında olmamak, kişisel zayıflıklar, duygusal, sosyal ve ekonomik bağımlılık, ilişkiye yapılan manevi ve maddi yatırıma kıyamamak, çocuklar, yalnızlık ve dışlanma korkusu, ebeveyne başkaldırmanın ya da aile bozmanın vicdani yükü, daha da ağır şiddete maruz kalma korkusu gibi faktörler insanları susmaya ve boyun eğmeye itiyor.
Kişilikle ilgili ne söylersiniz? Her insan doğduğunda saf ve temiz bir bebek olarak dünyaya geliyor. Kişiliğimizi belirleyen faktörler var mutlaka…
Her insanın mizacı duygusal derinlik, empati gücü, sezgisellik, akıl yürütme becerisi, stres direnci gibi faktörler açısından doğuştan gelen bazı farklılıklara sahip. Dolayısıyla şiddete eğilimi arttıran bazı özelliklerin genetik altyapısının olmasından söz edilebilir. Ancak genler her zaman “kaderi” belirleme gücüne sahip değildir. Aile, okul ve toplum çocuğa empatiyi, dayanışmayı, eşitliği ve adaleti erken yaşta öğretir ve sağlıklı yaşam koşullarını sağlarsa, ileride bu değerlerle yaşayan bir yetişkin olması olasılığı çok yükselir.
Günümüze gelirsek, pandemi koşullarında kişiliğimizde de bölünmeler oldu. Yalnızlıkla birlikte anti-sosyal ilişkiler sevgisizliğe sürüklüyor gibi. Bu da belki de tahammülsüzlüğü, şiddeti, bencilliği, empati yoksunluğunu, kaygıyı, depresyonu artırdı. Siz ne düşünüyorsunuz ve bu süreci nasıl değerlendirirsiniz?
Pandeminin sosyalleşmeyi zorlaştırması beraberinde, sosyal iletişim becerilerinin giderek körelmesini getiriyor. Buna işsizlik ve yoksulluğun artışını da eklediğimizde, tablonun daha da karamsarlaştırıcı olduğu aşikâr. Sürecin olumlu getirilerini dile getirenler ise, günlük koşuşturma rutininden çıkarak hayatlarında ilk kez kendilerine ve sevdiklerine zaman ayırabildiklerini, ilişkilerini güçlendirdiklerini ifade ediyor.
Bu konulardan söz etmişken çoğumuzun, evlerimizde, toplumda, iş yerlerimizde narsist kişiliklerle karşılaştığımız gerçeği var. Kitabınızda çok güzel ifade etmişsiniz aslında. Narsisizm bir kişilik bozukluğu ama çok yaygın. Baş etmek mümkün mü?
Kitapta detaylı yazdığım gibi narsisizmin çeşitleri var. Hafif formda bazen kişinin işlevselliğini arttırabiliyor. Ancak toksik düzeyde narsisizmde davranışlar, bir psikopatınkine benziyor. Böyle bir tabloda, gerek narsistin gerekse kurbanının bilinçlenmesi, duygu ve davranış yönetimini öğrenmesi gerekiyor.
Pek çok vaka dinliyorsunuz, hikâyeler görüyorsunuz… Daha genel sorarsam, toplumsal iyileşme mümkün mü?
Elbette mümkün! İnsanlık tarihi, evrim ve devrimlerle ilerliyor. Bireyin değişimi, farkındalığı, yükselen bilinci, bu süreçlerin lokomotifi. Umutsuzluğa kapılıp da karınca kararınca yangını söndürecek suyu taşımaktan asla vazgeçmemeliyiz!
Son olarak kitabınızla bitirelim.
'İlişkilerin Karanlık Kuyuları' bir tanı kitabı. İnsanların büyük çoğunluğu yaşadığı şiddetin farkında değil. Hemen hiçkimse kendisinin ve çevresindeki insanların kişilik yapısını tanımıyor. Bu kitap, şiddetin çeşitlerini, şiddete yatkın ve şiddete açık kişilik yapı ve bozukluklarını anlatan bilgi-yoğun bir kaynak. Her bireyin ve ilişkideki tarafların farklı kişilik, eğitim ve yaşam koşulları olduğunu düşündüğümüzde, tüm bileşenleri -karşılıklı olarak- kapsayan ve yüzeysel olmayan bir çözümleme içeriğini bu hacme eklemek olanaksız. Kitabın sonunda da yazdığım gibi her birey için üretilmesi gereken çözüm farklı. Bazı insanlar için gerçeği fark etmek, değişim için yeterli. Kişinin farkındalıkla yönetemediği olguların hemen tamamında profesyonel destek gerekiyor. Ancak ileride ortalama bazı çözümler içeren bir kitap yazmayı da planlıyorum.