Egemenler arasındaki kapışmanın nesnesi haline gelen liberallere meydanı bırakmak yerine solun askeri

Egemenler arasındaki kapışmanın nesnesi haline gelen liberallere meydanı bırakmak yerine
solun askeri vesayetin kalkmasını son derece önemli gören ama demokrasi perspektifini bununla sınırlamayan gerçek bir eşitlik ve özgürlük talebinin taşıyıcısı olmaya soyunması doğru politika değil midir?

The Economist Dergisinin gazetelere de yansıyan makalesinde “Bu sene Türkiye’nin generalleri için kötü bir yıl oldu. Sızdırılan belgeler, dinlenen telefonlar ve bazen de basit kazalarla ortaya çıkan oyunlar ve dalavereler, en katı laiklerin bile inancını sarstı.” (Milliyet 1.1.2010) saptamalarına yer veriliyordu.  Gerçekten de Türkiye’de 2009 yılına damgasını vuran en önemli olaylar hep ordu-hükümet ilişkileri ekseninde gündeme geldi. 
Yakın tarihinde üç askeri darbe ve sayısız “müdahele” yaşamış, tarihsel olarak ordunun hep siyaset üzerinde etkin olduğu bir ülke açısından gerçekten de şaşırtıcı olaylar ardı ardına kamuoyunun gözleri önüne serildi. Tutuklanan subaylar, darbe planları, ifadeye çağrılan eski kuvvet komutanları kimsenin alışkın olmadığı olaylardı. Ama son STK baskını ve hayatımıza yeni dahil olan “kozmik oda” kavramı yıllardır devletin “kara kutu”sunun açılması en azından “dokunulmazlığının” ortadan kalkması anlamına geliyor.
Bir “casus filmi” senaryosunu andıran Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast teşebbüsü etrafında gelişen olaylar, STK’da yapılan bir aramaya ve kontrgerilla tartışmalarının yeniden hatırlanmasına yol açtı. STK yakın geçmişte ismi bir dolu tarihsel-toplumsal olayla anılan ve esas anlamını NATO’nun soğuk savaş konseptinde bulan bir “özel harp” örgütü. Benzerleri hemen hemen bütün demokratik ülkelerde soğuk savaşın sona ermesiyle tasfiye edilen, ya da değişen koşullara uygun yeni görevlerle donatılan özel bir yapı. Üstelik geçmişlerinde karanlık ilişkilerin odağı olmaları da “tasfiye süreçlerinin” son derece sert geçmesine neden olmuş gizli örgütlerden söz ediyoruz.
Peki Arınç’a suikast iddiasıyla başlatılan soruşturma ve arama bir “tasfiye”nin habercisi mi? Sonunda Türkiye benzerleri gibi kendi kontrgerillasını kontrol altına mı alıyor? Pandora’nın kutusu açılacak ve bütün kötülükler; siyasi cinayetler, 6-7 Eylül, Kahramanmaraş vb.. katliam ve provakasyonlar, 1 Mayıs 77 gibi olayların ardında yatanlar ortaya mı dökülecek?
Yoksa bütün bunlar Türkiye’yi İran gibi bir ülke haline dönüştürmek isteyen “şeriatçıların” laik rejimi ve onu koruyan kurumları sindirmek için tezgahladıkları bir oyun mu? Darbe günlükleri uydurma, “ıslak imza” bir komplo ya da Arınç’a suikast iddiası bir safsata mı?
Egemenler arasında bir iktidar savaşının nesnesi olarak kaldığı sürece bu türden çekişmelerin karşılıklı komplolar, istihbarat yönlendirmeleri, propaganda unsurları içermesi kaçınılmaz bir durumdur. Böylesine bir toz bulutu içinde tekil olayların hangisinin gerçek hangisinin oyunun bir parçası olarak kurgulanmış olduğunu saptamak imkansız hale gelir.
Çok açık ki, ordu içinde darbe arayışları içinde olan; bunun için “silahlı örgütler” kuran, yöntem olarak suikastlar düzenlemeyi, toplumsal karışıklıklar yaratıp bir darbe ortamı yaratmayı iş edinmiş önemli bir güç bulunuyor. Biraz tarih bilinci bunun gerçek olduğunu bilmek için yeterli.
Yine çok açık ki; AKP kendi gücünü pekiştirmek için başta ABD olmak üzere uluslararası desteği de arkasına alarak orduda ve yargıda kendine karşı çıkan güçleri tasfiye etmenin peşinde. Bu iki gücün arasındaki mücadele Cumhurbaşkanlığı krizi, 367 kararı, kapatma davası, Ergenekon soruşturması gibi gelgitlere uğrayarak sürüyor.
Değişik bir gözle bakıldığında hemen herkesi derin bir kafa karışıklığına ve kuşkuya sürükleyen bu güncel olayların ardında yatan gerçeği kavramak pekala mümkün.
Bütün kapitalist merkezleri alt üst eden, neo-liberalizmin piyasayı kutsayan hakim ideolojisinde derin yarıklar açan 2009 kriziyle birlikte emperyalist-kapitalist sistem yeniden yapılanmak zorunda. Obama’yla birlikte bu yeni yapılanmanın ana figürü de ortaya çıkmış durumda. ABD’nin dünya politikalarındaki bu değişimin ABD-Türkiye ilişkilerinin de yeniden kurgulanmasına yol açacağı çok net görülüyor. Bu son yaşananları ülkemize özgü yanları elbette hesaba katarak ABD ile Türkiye arasında yeniden kurgulanan ilişkilerden ayrı düşünmek son derece yanıltıcıdır. Üstelik Irak’tan çekilecek ABD’nin bölge güvenliğini Türkiye ve Barzani’den oluşacak bir “yeddi emine” bırakmayı planladığı düşünülürse Türkiye’deki iç gelişmelerin doğrudan bir biçimde Orta Doğu’daki olası gelişmeler tarafından koşullandığı söylenebilir.
Türkiye bu yeni dönemde geleneksel politikasını değiştirmek zorundadır, gelişmeler bunu adeta dayatmaktadır. O nedenle dış ilişkilerde yeni açılımlar yapmak, iç politikada da “demokratik açılım” gibi yönelimlere yüzünü çevirmek AKP için kaçınılmazdır. Bunun karşısında konumlanan güçlerle bir “iktidar savaşı”na girişmesi  de işin doğasında vardır.
Bu noktada “tuhaf” olan solun konumudur. Bu egemenler arasındaki güç kavgasında sol adeta bir o yana bir bu yana yalpalamakta, ideolojik üstünlüğünü yitirdikçe egemen taraflardan birine veya diğerine yedeklenmekten kurtulamamaktadır.
Ergenekon, suikast iddiaları, ıslak imzalar, cunta planları vb. lerinin kuşkulu olduğunu varsayalım; peki yapılmış olan askeri darbeler, 28 Şubat, 27 Nisan; Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Bedrettin Cömert, Cavit Orhan Tütengil ve öldürülen onlarca aydın insan; 6-7 Eylül, Maraş, Malatya, Sivas olayları; 1 Mayıs 77 katliamı; boşaltılan köyler, öldürülen Kürtler, Diyarbakır, Mamak, Metris işkencehaneleri ve onlarca olay da mı gerçek değil? Kontrgerilla, JİTEM gibi örgütler de mi gerçek değil? Solun bizzat kendi deneyleri bunların gerçek olduğunu görmek için yeterli.
O halde solun bütün bu gerçeklerin ortaya çıkması için var gücüyle mücadele etmesi gerekmez mi? Askeri darbelere, devlet içindeki gizli örgütlenmelere, kirli savaşa karşı var gücüyle mücadele etmesi gerekmez mi? AKP bu konuları dile getirip tek bir somut adım atmazken solun muhalefet çizgisini bu dile getirilenlerle ilgili somut adımlar atılması talebine dayandırması gerekmez mi?
Aynı durum “demokratik açılım” için de geçerli değil mi? AKP “demokratik açılım”ı dile getirip bunun ne olduğuna ilişkin somut bir düşünce ileri sürmezken solun “demokratik açılımı” içeriklendiren Kürtlerin demokratik taleplerine sahip çıkan, barışı savunan bir muhalefet zemini kurması gerekmez mi?
Bütün demokrasi perspektifini askeri vesayetin kaldırılmasıyla sınırlayan ve bu bakış açısı nedeniyle de egemenler arasındaki kapışmanın nesnesi haline gelen liberallere meydanı bırakmak yerine solun askeri vesayetin kalkmasını son derece önemli gören ama demokrasi perspektifini bununla sınırlamayan gerçek bir eşitlik ve özgürlük talebinin taşıyıcısı olmaya soyunması doğru olan bir politika değil midir?
Orta sınıfların “şeriat korkusunun” nasıl bir Kürt düşmanlığına sürüklendiğini, milliyetçi ve militarist bir düzen fikrine entegre olduğunu görerek gerçekten ezilenlerin taşıyıcısı olan bir solun yüzünü bu ülkenin yoksullarına, etnik ya da dinsel kimlikleri nedeniyle ezilen kesimlerine dönmesi gerekmiyor mu?