‘Saldırı yaşam tarzınaydı’

CAN UĞUR
@canugur1987

Paris Katliamının üzerinden bir haftadan fazla zaman geçti. Avrupa tarihinde görülen en büyük katliamlardan bir tanesi olan saldırıyı radikal İslamcı örgüt IŞİD üstlendi. IŞİD bu saldırısı ile birlikte Ankara, Suruç ve Beyrut’tan sonra kısa süre zarfında büyük katliamlarına bir tanesini daha ekledi. Yaşanan bu olayın Avrupa’da ve dünyada ciddi bir etki yaratacağı herkesin ortak görüşü. Tartışılan nokta ise ortaya çıkacak tablonun nasıl olacağı. IŞİD başta olmak üzere radikal İslamcı silahlı grupların Suriye ve Ortadoğu ülkelerinde Avrupalı devletler tarafından üzeri kapalı biçimde de olsa desteklendiği biliniyor. Türkiye’nin ise bu denklemde başından itibaren yer aldığı ve IŞİD’in büyümesinde ciddi biçimde pay sahibi olduğu birçok kesim tarafından dile getiriliyor. Eldeki veriler böyleyken bundan sonra nasıl bir hareketliliğin yaşanacağını ve saldırı sonrasında birkez daha gündeme gelen İslamcılığa karşı laikliğin önemini siyasal İslam üzerine analizleri ile bilinen Strasbourg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Samim Akgönül’le konuştuk.

Paris saldırısının yaşam tarzına dönük bir saldırı olduğunu söylüyorsunuz. Bunu detaylandırır mısınız?
Evet öyle diyorum ancak aşırı basitleştirme tuzağına da düşülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Batı’da ne zaman böyle bir saldırı olsa “Medeniyet çatışması” safsatası gündeme geliyor ve Batı’daki radikal milliyetçiler kadar radikal Müslümanlar da buradan besleniyorlar. Hatta daha da ileri gidebilirim. Medeniyetler çatışması teorisi herkesin işine geliyor ve Müslümanların çoğunlukta olduğu coğrafyalarda da gayet güzel bir şekilde içselleştiriliyor. Söylemek istediğim birkaç boyutlu.

Birincisi bu saldırılar, son 25 senede yaşanan şiddet ortamının şeklini iyice belli etti. Bu şiddet bir taraftan Batılı devletlerin bir buçuk yüzyıldır bitmeyen “Şark sorunu” çerçevesinde Ortadoğu’daki şiddeti körüklemesi, alet olması, göz yumması diğer taraftan da Batı’da yaşayan ama kendini Müslümanlık çerçevesinin dışında konumlandır(a)mayanların içinde yaşadıkları topluma karşı hınç dışında fazla bir şey hissetmemeleri. Ancak, söz konusu saldırılar ne emperyalizmin sembolleşmiş yerlerine, ne Suriye’de ya da Filistin’de suç ortaklığı yaptığı düşünülen Devlet’in kurumlarına ne de çifte standartla suçlanan Uluslararası kurumlara yapıldı. Saldırıların hedefi insanlardı. Ve bu insanların yaşayış şekilleri gayrimeşru algılanıp cinayetler meşrulaştırıldı. Kendine “İslam Devleti” denen örgütün üstlenme yazısı bunu gayet açıkça ifade ediyordu. Maç seyredenler haçlı olmakla, konser dinleyenler putperestlikle, kafede oturanlar fuhuşla suçlanıp cezayı hakettikleri belirtildi. Bu açıdan bakıldığında artık Müslümanlığı öne süren şiddetin hedefi Batılı devletler değil, Batılılar ve onlar gibi yaşayanlar.

İkincisi, bu şiddeti uygulayanların bir kısmının homegrown insanlar. Yani göçmen ya da mülteci değil. İçinde yaşadıkları, doğup büyüdükleri toplumları insanlığın çeperine koyabilmiş ve ölmeyi ve öldürmeyi içselleştirebilmiş insanlar. Burada bir paradoks da var. Saldırıların yapıldığı bölgedeki insanlar aslında Müslümanlara en iyi gözle bakan, çok kültürcü, eğitimli ve Fransa’daki sağın göçmen kökenlilere karşı söylemini reddeden insanlar. Zaten ölenler arasında bir sürü “Müslüman” var. Onları soğukkanlılıkla öldürenler elbette Ortadoğu’dan besleniyorlar ama kanımca bu nefret o kadar büyük ve irrasyonel ki Suriye ya da Filistin olmasaydı da nefret edecek ve hatta öldürecek bahaneyi bulurlardı. Bu saldırıları sadece “Batıdaki ezilmişlikle” açıklamak ne kadar yanlışsa, sadece “emperyalist politikalarla” açıklamak da yanlış. İç içe geçmiş bir durum var ortada.

Üçüncüsü bu saldırıların yarattığı tepkiyi iyi ölçmek gerekiyor. Bakmayın Türkiye’deki “oh olsun”culara. Türkiye toplumu çoktan beri basitçe beraber sevinmeyi, herhangi birinin ölümüne beraber ve samimiyetle üzülmeyi kaybetmiş bir toplum. Charlie Hebdo saldırısında Fransa’da yaşayan Müslümanların bir kısmında da “ama hakkettiler” söylemi vardı. Bu sefer Türkiye kökenli Müslümanlar dışında bu yok. Müslümanlar da bu saldırıları meşru gösterecek bir söylem geliştir(e)miyorlar şimdilik ve içten bir şekilde, Fransız toplumunun bir parçası olarak acıyı paylaşıyorlar. Strasburg’da toplanan 5000 kişinin arasında önemli bir kesim Müslümanlığa ait olduğu düşünülen kişilerdi. Bu açıdan bakıldığında, saldırganlar yaşam tarzına saldırdılar evet ama bu yaşam tarzı Müslüman olarak algılanan büyük bir kitle tarafından paylaşılıyor ve savunuluyor en azından rahatsızlık vermiyor. Diğer bir deyişle ortada bir medeniyet çatışması yok.

saldiri-yasam-tarzinaydi-90172-1.Laiklik bu noktada nasıl bir önem kazanıyor?
Laiklik kavramından ne anladığımıza göre bu soruya cevap değişir. Fransa ve Türkiye bu kavramı anayasada kullanan iki ülke ancak terimin ihtiva ettiği anlam birbirine zıt ! Türkiye’de laiklik devletin toplumun dinselliğini şekillendirme sistemine verilen isimdir. Devlet dinsel davranışı az bir toplum istiyorsa onu dayatır, tam tersi dinselliğin görünürlüğünü amaçlıyorsa bu sefer da onu dayatır. Fransa’da laiklik 19. yy’ın ikinci yarısında belki buna benzerdi. Ancak 1905 yasasından sonra ve özellikle de 5. Cumhuriyetle birlikte (1958) din “sahası”nın devlet tarafından terkedilmesiyle sonuçlandı ve laiklik bir nevi toplumsal barışa ulaştı. 1990’larda iki gelişme birbirini tetikledi. Bir taraftan Fransa doğumlu Müslümanlar hak talep etmeye başladılar ve talep edilen haklar tek kimlik çerçevesi olarak İslam’la ilgiliydi (örneğin sınıfsal talepler ikinci plana düştü). Diğer taraftan da iki kutuplu dünyanın sonunda itibaren dinsellik küreselleşti ve küresel gelişmeler yerele kolay ulaşmaya başladı. Fransa’daki laiklik sistemi buna hazır değildi ve tabiri caiz ise Fransa Müslümanlarının en marjinal kısmını bir türlü laikleştiremedi. Bu insanlar, küresel Selefi İslam’ın mesajlarını daha kolay içselleştirdiler ve içinde yaşadıkları toplumu beğenmemeye başladılar. Fransa laikliği “Müslüman meselesi”nde kısmen iflas etti. Ancak şunu da belirtmek gerek Avrupa’da laik olmayan devletler var (örneğin Danimarka, İspanya...) ama toplumlar seküler zira aydınlanma döneminden, sanayi devriminden, pozitivizmden sızan 500 yıllık geçmişe sahipler. Avrupa Müslümanlarının bir kısmı bu gelişimin dışında ve dünyayı sadece “Müslümanlık” penceresinden algılıyorlar. Yani asıl sorun devletin laik olup olmaması değil, asıl sorun Müslümanların bir kısmının bireyselleşmeyi reddetmesi.

IŞİD’i ‘öfkeli çocuklar’ diye tanımlayanlar var sizin tanımınız nedir?
Ben “İslam devleti” uzmanı değilim ancak Batı Avrupa’dan baktığımda bu harekete katılan üç değişik idealtipik kategori görüyorum. Birincisi 30-40 yaş grubundan ideologlar. Bunlar hem savaşçı hem de savaşın iktidar ve ekonomik anlamda kaymağını yiyorlar. Komşu ülkelere ucuz petrol satıyorlar, Batıya korkunç mesajlar gönderip kabus yaşatmaya çalışıyorlar. İkinci kesim Avrupa’da özellikle Selefi mesajlar aracılığı ile camilerin dışında radikalleşmiş, sayıklamalarındaki cenneti arayan gençler. Bunlar kendilerini öldürmek için sıraya giriyorlar zira dogmanın en dibindeler. Çoğu reborn muslims olarak tabir edilen, Müslümanlıklarını yeni keşfedenler. Bu gençlere İslam Devleti’nin mesajı, “ülkelerinize dönün ya da orada kalın” orada Cihat’a kakınız daha fazla olur” şeklinde. Öfkeliler ama kararlılar da. Üçüncü grup ise sizin bahsettiğiniz “öfkeli çocuklar”. Hem öfkelerini nasıl kanalize edeceklerini bilmiyorlar, hem kahramanlık ve macera peşindeler hem de varlıklarını değerli kılmak için başka bir yolları yok. Aynı kategoriden gençler geçmişte başka -hatta zıt- radikal şiddet gruplarına katılabilirlerdi. Tarihe geçmek istiyorlar ve bunun tek yolu da radikal İslam. Beni en çok endişelendiren, tahmin edeceğiniz gibi ikinci grup. Toplumsal bir deradikalizasyon orta vadede tek çözüm gibi görünüyor.

Uluslararası güçlerin IŞİD’le mücadele konusunda yetersiz kaldığı söyleniyor. Katılıyor musunuz?
Katılıyorum. Ama dahası var. Mücadeleden önce bir “destek” söz konusu. Başar El Esad’la mücadelede muhalifler hem Batı’dan hem de Türkiye’den direkt ve dolaylı destek aldı. Amaç elbette Ortadoğu’da sık görülen bir diktatörlük olan Esad rejimini yıkıp yerine Batı yanlısı bir rejim yerleştirmekti. Sürecin Saddam, Ben Ali, Kaddafi, Mübarek rejimleri ile benzer olduğu sanılıyordu. Ancak hem Esad yıkılmadı hem de Suriye Muhaliflerinin içinde tek yapısal ve ideolojik sağlam temelleri olan İslam Devleti Örgütü kaldı. Bu İslam Devleti gerçek bir devlet gibi davranıyor. Örneğin memur maaşlarını ödüyor. Finansmanının büyük bir kısmı ucuz rafine edilmemiş petrolden geliyor ve birileri de bu petrolü alıyor. Yani yukarıda zikrettiğiniz “Uluslararası güçler” bir taraftan dolaylı olarak İslam Devletini finanse ediyorlar, diğer taraftan silah satışına ya doğrudan dahiller ya da göz yumuyorlar. Aslında elbette bu kaynakları kesmek çok kolay. İslam Devleti Örgütü’nün çıkardığı petrolün sevkiyatını engeller, Katar, Suudi Arabistan gibi ülkelere silah ticaretini durdurursanız ideolojik olarak olmasa da lojistik olarak bu örgütle mücadelede büyük yol kat edersiniz. Örneğin Türkiye’ye 2015 yılının ilk 10 ayında kayıt dışı giren 14 milyar doların ne için kullanıldığını bilmek bile kanımca önemli bir adım olacaktır! Ancak şunu tekrar etmek istiyorum. Paris saldırılarını sadece İslam Devleti Örgütü ile açıklamak mümkün değil. Avrupa’daki ve hatta Türkiye’deki radikalleşmenin dinamikleri çok daha karmaşık ve orta vadede çözüm gerektiren bir sorun.

Bundan sonra nasıl bir tablo açığa çıkar?
Fransa’da her saldırıdan sonra tartışmalar güvenlik / özgürlük çerçevesi içinde yapıldı ve şimdiye kadar “özgürlükler” ağır bastı. Son saldırılardan sonra gene aynı tartışmalar yapılıyor ve belki de ilk defa Fransa devleti özgürlükleri kısıtlama pahasına “güvenlik��� politikalarını artıracak. Ama örneğin saldırının ertesi okullar kapatılmadı, sene sonu şenlikleri iptal edilmedi. Biraz daha askeri ve polisiye görünürlük var ancak Türkiye ile kıyaslanacak gibi değil. Alışveriş merkezlerine hâlâ üzerimiz aranmadan giriyoruz, vs. Fransa’da toplumun alışık olduğu bir yaşam var, bu yaşamda şimdilik radikal bir değişiklik olacağını sanmıyorum.