Ali Artun’un, ‘Avangard Kuramı’ kitabının sunuş metninde alıntılayarak aktardığına göre sadece Amerika’da 1980’e kadar gelen 30 yıllık dönem içerisinde, hafta hesabıyla bin 566 haftada, 2 bin 500 yeni müze açılmıştı. Dile kolay neredeyse haftada iki yeni müze. Kapitalizm sanata ne kadar da düşkünmüş meğer!

Salgında sanat piyasası, sanat emekçileri ve dayanışma

KEMAL YILMAZ

BİR PİYASA OLARAK SANAT

Koronavirüs salgınıyla birlikte büyük zarara uğrayan alanlardan birisi de sanat piyasası oldu. Tüm dünyayı saran ekonomik dalgalanma piyasalaşmış sanatın da ne kadar kırılgan bir yapıda olduğunu görünür kıldı. Peki, sanat günümüze kadar gelen süreçte nasıl piyasalaştı?

Burjuvazinin feodal yapıyı ve monarşiyi parçalamaya başladığı dönemde sanat da artık krallık ve din kurumlarının siparişi üzerine yapılan bir üretim olmaktan çıkıp kendi pazarını yarattığı bir konuma gelmişti. Bir yandan monarşiyle bağlarını tümden koparmaya başlamasını, burjuva egemenliğinin entelektüel hayatı metalaştırması takip etti. Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da altını çizdiği gibi, “…burjuvazi; doktoru, avukatı, ‘şairi’, bilim insanını ücretli işçisi yaptı… Azar azar kendilerini satmaları gereken bu işçiler, ticari her ürün gibi birer metadırlar; dolayısıyla, rekabet koşullarındaki ve piyasadaki her türlü dalgalanmaya açıktırlar.”

19. yüzyılı takip eden dönemde Kant’ın ortaya koyduğu sanatın gerçekliğe ve faydacılığa karşıtlığı tanımı ve ayrıca burjuva kültüründe gelişen sanatın yalnızca sanat için olduğu düşüncesi, sanatın ve sanatçıların üretim sürecinin kapitalist sistemin dönüştürdüğü üretim modellerinden, diğer alanlarla kıyasladığımızda, görece daha az etkilenmesine neden olmuştu. Bu durum bir yandan sanatı tüm dünyaya yayılan ekonomiden görece özerk kılmış fakat bir yandan da toplumla olan ilişkisini büyük ölçüde koparmıştı. Bu dönemde sanat, büyük kentlerde kurulan galerilerde, kendi yağında kavruluyordu.

19. yüzyılın sonlarına doğru geldiğimizde köklerini Baudelaire’den alan tarihsel avant-garde akımının sahneye çıkmasıyla birlikte bir yandan sanatın ekonomiyle ve parayla kurduğu her türlü ilişkiden arındırılması bir yandan da toplumla ve yaşamla bağlarını koparmış, özerkleşmiş sanat kurumunun tekrar hayatın bir parçası yapılmaya çalışılması gündeme gelmişti. Etkisini ikinci paylaşım savaşına kadar gösteren, artçılarıyla birlikte 68 hareketinde de tekrar canlanan tarihsel avant-garde akımı, sanatçılarının tabiri caizse kanının son damlasına kadar mücadele etmesine karşın sonu kapitalizme yenik düşmesiyle kapanmıştı. Soğuk savaş dönemi, iki yıkıcı savaşın ardından emperyalizmin sanat aracılığıyla da kendini gösterdiği daha ılımlı bir politika yaratmıştı.

Ali Artun’un ‘Avangard Kuramı’ kitabının sunuş metninde alıntılayarak aktardığına göre sadece Amerika’da 1980’e kadar gelen 30 yıllık dönem içerisinde, hafta hesabıyla bin 566 haftada, 2 bin 500 yeni müze açılmıştı. Dile kolay neredeyse haftada iki yeni müze. Kapitalizm sanata ne kadar da düşkünmüş meğer! Bir yandan internetin gelişmesi bir yandan da dünyanın her yerinde açılan birçok müze, sanat fuarları, müzayedelerle birlikte tüm dünyaya sunulan sanat objeleri de tüketimci ideolojinin vazgeçilmez elemanları olarak gittikçe değeri artan bir piyasa oluşturdu.

Gittikçe şişen ve yayılan kültür - sanat sektörü kendi yatırımcılarını da doğurarak yüksek fiyatların döndüğü bir pazar halini aldı. Don Thompson’ın aktardıklarına göre 2012 yılına gelindiğinde, sanat piyasası müzayedelerde bir esere bir milyon doların üstünde para harcayabilen, 63 ülkeden yatırımcıya sahip. Dünya üzerinde, bin 600'ü Çin'de olmak üzere 3 bin müzayede evi var. 2010 yılında dünyadaki sanat satışlarının toplamı 52 milyar doları buluyor.

Kültürün bu özelleştirilmiş yapısı içinde, küresel şirketler de bu oyuna dahil oluyor. Dünya’nın en büyük sanat etkinliklerden biri olan Venedik Bienali gibi fuarların, vakıfların, müzelerin yatırımcıları arasında Google Inc, Turkish Airlines gibi şirketlerin isimlerini görmek tuhaf değil artık. Bu yatırımlar bir yandan bugün sunulan tanımlarıyla ‘bireysel özgürlüğü ve barışı’ sembolize eden sanat ve kültür içinde küresel şirketlerin yarattığı eşit olmayan yaşama koşullarına karşı kendilerini aklamaya yarıyor. Diğer yandan da bu alandaki hegemonyalarını kurmalarını sağlıyor.

Türkiye’de de durum çok farklı değil. Özellikle AKP iktidarının kendi kültürünü ve sanatını yaratamamış olması sanat sektörünün büyük ölçüde özelleştirilmesiyle dolduruluyor. Özel bankaların kültür ve sanata yatırımları (AkbankSanat, İstiklal Caddesi’ne yerleşmiş Yapı Kredi Kültür-Sanat binası…) buna bir örnek. En çarpıcı örneklerinden biri de olası bir kentsel dönüşüm sürecinin arifesindeki Dolapdere’ye yapılan, Koç grubunun sahibi olduğu ve projesini uluslararası bir İngiliz mimarlık ofisi olan Grimshaw Architects’e yaptırdığı Arter Sanat binası. Dönüşüm öncesi bölgeye yapılan bu yatırım fiziksel çevredeki spekülasyonların habercisi ve şimdiden kültür-sanat aracılığıyla bir hegemonya kurma iradesi gibi duruyor.

Özetlenen bu durumla birlikte ekonomiye bu kadar bağlı ve özel sektörün hegemonyası altında gelişen sanat-kültür kuruluşları ve etkinliklerinin bugünkü meydana gelen ekonomik kriz içinde derin yaralar almaması imkânsız olsa gerek. ArtNews’in haberine göre Amerika’da müze ve sanat fuarlarının 1 Ekim’de tekrar açıldığı takdirde yaşanacak maddi kayıp 6.8 milyar dolar değerinde. Sanat piyasası için ciddi bir zarar. Ayrıca Venedik Bienali gibi birçok sanat etkinliğinin 2021 yazına ertelendiğinin duyurulması, kültür turizmi gelirlerini de çok büyük zarara uğratmış durumda.

Yaşanan bu kriz ortamı içinde sanat kuruluşlarının ilk tepkisi doğal olarak online platformlara daha fazla yüklenmek oldu. Birçok sanat müzesinin kapılarını dijital olarak kamuya açması buna bir örnek. Bu uygulama kapalı kapılar ardında korunarak tutulan sanat objelerinin hapishanelerinden denetimli olarak çıkartılıp evlerimize kadar ulaşması demek. Sanırım bir sanat nesnesi en son Nâzım ustanın Jokond ile Siya-u şiirinde bu kadar uzaklara gidebilmişti. Bu durum bir yandan da piyasa değeri uçuk rakamlara ulaşan sanat eserlerinin korunaklı müzeler içinde kamuyla aralarındaki kopukluğa dair soruları da açığa çıkarıyor.

Fakat bu tip uygulamalar daha çok sanatın tüketimine dair sorunları aşmak için bir çaba. Mevcut birikimi pompalayarak insanların sanata olan ilgisi canlı tutulmaya çalışılıyor. Asıl mesele olan sanatın üretimi ise fiziksel mesafenin korunması gereken günlerde daha ciddi sıkıntılar içinde. Özellikle sanatın üretimini gerçekleştiren kültür-sanat emekçilerinin bu kriz ortamı içinde nasıl hayatta kalacağı önemli bir nokta olarak gözüküyor.

salginda-sanat-piyasasi-sanat-emekcileri-ve-dayanisma-735472-1.
Koronavirüsün yayılmasının ardından birçok sanal müze ücretsiz ziyarete açıldı.

SALGINDA SANAT EMEKÇİLERİ

Demet Akalın’ın bile bu kriz ortamı içinde vergilerini ödeyememekten yakınması (!) ciddi bir soruna işaret ediyor olsa gerek. Tabii ki esas odak noktamız piyasa içinde ve iktidarla kurduğu ilişkilerle belli bir servet kazanmış ‘elit’ sanatçı kesimi değil. İçinde farklı katmanları barındıran bir sanat emekçileri kitlesi.

Bahar ve yaz döneminde canlanan sanat piyasasının sosyal izolasyonla birlikte rafa kalkması oyunların, festivallerin, fuarların, konserlerin iptal edilmesini de beraberinde getirdi. Şimdilik online ortamdaki etkinliklerle reklam gelirleri üzerinden ayakta kalmaya çalışan kültür-sanat kuruluşları ve sanatçılar zor bir dönemden geçiyor.

Fakat sanat sektörü sadece bu görünür yüzlerle de sınırlı değil. Düşük bütçeli işler üreten, geçimlerini barlarda, sokaklarda yani emeğini tamamen sosyalleşmeye dayalı mekânlarda üreten kesimler için çok daha zor günler. Evlerden çıkmadıkları bu zaman aralığında üretim araçlarını ev içinde temin etmek zaten pahalıyken üstüne bir de müzik aletleri de dâhil birçok ürüne getirilen yüzde 30 ek gümrük vergisiyle çoğu kişinin üretimi ve hayatlarını devam ettirdikleri kazançları devam ettirilemez bir noktaya geldi.

Ayrıca sanat sektörü içinde geçimlerini sağlayan teknik ve diğer işleri üstlenen büyük bir kesim de var. Işıkçısından sesçisine, bilet kesicisinden temizlik işçilerine kadar çok daha geniş bir emekçi kitlesinin yaşamları belirsizleşmiş durumda. Göz ardı edilen bu kitleleri de kapsayan, kültür-sanat alanını destekleyen bütünlükçü bir politika şart gibi görünüyor.

Kültür-sanat sektörünün büyük oranda özelleştirilmesiyle birlikte güvencesiz ve emek sömürüsüne dayanan bir çalışma ortamı sanat emekçileri üzerinde ‘normal’ dönemde de vardı. Fakat bugün yaşanan salgınla beraber yaşam koşulları çok daha büyük bir zorluk içinde. Bu yüzden kültür ve sanat sektörünün kamusal bir politika içermesi gerekliliği bugün daha fazla açığa çıkmış durumda.

Türkiye’de AKP iktidarının bir kültür ve sanat programından yoksun oluşu ya da bu işi becerememesi, devlete bağlı sanat kuruluşlarına yapılması gereken yatırım ve desteklerin de öneminin göz ardı edilmesine neden oluyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ayrılan bütçenin sadece yüzde 0.5 civarında olması da bunu gösteriyor. Mart ve nisan aylarında Bakanlık tarafından destek tutarlarının toplamı 60 milyon dolar olarak açıklandı. Özellikle Avrupa ülkeleriyle kıyasladığımızda Almanya’nın 50 milyar Euro destek paketinin yanında Türkiye’de kültür ve sanat için ayrılan destek, hem özel sektörü hem de kamu sektörünün tüm bileşenlerine deva olabilecek gibi görünmüyor.

SANAT VE DAYANIŞMA

Büyük oranda piyasalaşmış ve özelleştirilmiş, aynı zamanda özneleri tarafından güçlü bir örgütlenme de yaratılamamış sanat, salgınla birlikte çelişkilerin daha da görünür olduğu zor bir dönemden geçiyor. Fakat bu durum dayanışma potansiyelleri açığa çıkarmadığını da göstermiyor. Toplumsal direniş ve dayanışmanın olduğu zamanlarda, en güzel örneği Gezi’de oluşan kültür ve sanat ortamı, mevcut koşullara kanalize olabiliyor.

Bir grup çizer tarafından sağlık emekçilerinin morallerini arttırmak için portrelerinin çizilmesi, bazı müzisyenler tarafından kırsal kesimlerden gelen çocuk şarkıcıların videolarına müzik eklenmesi gibi bu zor günlerde herkese iyi gelecek üretimler de açığa çıkıyor.

İtalya’da evlerin balkonlarından çav bella söylenerek çıkan, Türkiye’de Cahit Berkay, Metin Kahraman gibi müzisyenlerin balkon konserleriyle mahalle içinde yarattığı dayanışma kültürüne bugün daha çok ihtiyacımız var. 1 Mayıs İşçi Bayramı’nda da fiziksel olarak bir araya gelememenin yarattığı boşluk Sarper Özsan’ın yıllar önce bir tiyatro oyunu için yazdığı işçi marşıyla dolduruldu, geçmişin de tüm direnişini beraberinde taşıyıp gelerek balkonlardan balkonlara dayanışmanın aracı olabildi. Yunanistan’da da 120 müzisyenin Grup Yorum’a destek için parklarda buluşup çalması gibi örnekler hâlâ dayanışma ve direnişin yaşatıldığı bir sanat kurumuna işaret ediyor.

Kısacası kamusal politikalarla kültür-sanatın ekonomiye bağımlı kırılganlığını azaltmak ve bugün daha çok açığa çıkan sorunlarla birlikte tüm sanat emekçilerinin çalışma koşullarının iyileştirilmesini gözeten bir yol izlemek önemli bir noktada duruyor. Ayrıca toplumsal direniş hareketlerinin içinde yoğrulan ve dayanışma kültürünü besleyen bir sanat ortamını büyütmeye her zaman ihtiyacımız var. Gelecek güzel günlerin de bir provası olduğu için sanatla direnişi, direnişte sanatı bırakmamak lazım.