Suriye konusunda Batının zokasını yutan Türkiye görüntüsü her geçen gün daha çetrefilli bir hal alıyor.

Türkiye, pimi çekilmiş bir bombayı elinde taşıyarak dolanıyor dış politikanın sınırlarında. Saldırgan bir dil ile komşu ülkelere ayar vermeye çalıştıkça yalnızlaşıyor, yalnızlaştıkça savaşın marjinal argümanlarına sarılıyor.

Güç gösterileri, sıkılan yumruklar, savaş uçakları eşliğinde sivil uçakları zorla indirmeler, Şam’ı 3-5 saat içinde işgal ederek öğle kahvesi içme tiripleri vb. coşkulu hezeyanlar olarak yansıyor kamuoyuna.

GKB Necdet Özel’in, sınır hattında elini yumruk yapıp bir avuç vatandaşın “en büyük asker bizim asker” sloganlarına, “İşte bu. Aferin!” diyerek, “biz buradayız, dimdik ayaktayız” tekmilli coşma hali, karikatür dergilerinden görüntüye düşmüş bir canlandırma gibi duruyor sadece. Sucuk, kilim metaforu sonrası çatışma bölgelerinde boy göstererek karizmayı kurtarma çabası elbette ki anlaşılabilir fakat meseleleri anlama, kavrama ve yorumlama şekline dair bol ipuçları veren bu durum, dünyanın en büyük ordularından birini yöneten bir askerin derinliğini ele vermesi açısından da önemli bir veri sunmuş oluyor herkese.

Şamil Tayyar’ın komandoluğa soyunarak 3 saatte Şam’a girip kahve höpürdetme histeriğini “bir gazetecilik refleksi” hatırlatması eşliğinde milletin kafasına boca etmesi gibi. Gazeteciliğine yaptığı ara göndermeler ile, istihbarat, emniyet havuzunda kulaç atmakta beis görmeyip, her olayın ardından -cii- diyerek bombalara kafa atan bir cesaret gösterisi sunuyor bizlere.

Ve, insani algıları ele veren en acı örnek basının üzerinden atladığı bir karede toplanıyor.

Top mermisinin düştüğü ve beş vatandaşın öldüğü yerde Genelkurmay Başkanı baş sağlığı ziyaretinde bulunuyor. Çocuklarını kaybetmiş acılı baba yanında oturuyor ve ona dönerek “Devam ederlerse daha kötüsünü yapacağız, daha şiddetlisini yapacağız”  diye misillemeli tesellisini onaylatıyordu yanındaki komutana. Baba ise sadece boynu bükük bir sessizlikle karşılıyordu bu sözleri.

Türkiye’nin militaristleşen düşünsel yapısının bir özeti bu durum.

Yaşatılan bir acıya, yaşatılacak karşı bir acı ile cevap vermek. Kanı kan ile karşılayarak öfkeyi yönetmek. Asker cenazelerinde en öfkeli, en şiddetli sözlerle tekbir getirerek, kan ve gözyaşı vaatlerinde bulunarak nefreti kökleştirmek.

İşte Uludere’de katledilen 34 vatandaş, bu anlayışın hâkim olduğu devlet dehlizinde yok edilenlerdir. Şamil Tayyar’ın 3 saatte Şam’a gireceği güçlü ordu, güçlü devlet, söz konusu 34 Kürt vatandaşın sorumlularını bulmaya gelince 10 aydır kendini kanırtmaktadır. Tebrik edilen Genelkurmay Başkanı’nın sınırda “iki misli karşılık veririz di mi…” diyerek 5 vatandaşın hesabını Suriye’den soracağına dair açık iması, insan olanın aklına şu soruyu getirmektedir; katledilen 34 vatandaşın devlet nezdinde değeri nedir? Üzerine kaç kahve içilmiştir?

Diyarbakır Emniyeti’nin 2008-2011 yılları arasında 43648 insanı fişlediği ve fişlediklerinden öldürdüğü üniversite örgencisi Aydın Erdem için “gebertildi” notu düştüğü açıklamasına verilen bir cevap var mıdır? Esad kendi vatandaşlarını öldürdüğü için diktatör ise, bizimkilerin durumu ne? Kaç Kürt çocuğu polisin açtığı ateş sonucu katledilmiştir, bunun hesabını veren bir kurum var mı? Kaç bin Kürt siyasetçi cezaevlerine doldurulmuştur? Her demokrasi arayışı, her eleştirel yazının devletin bölünmez bütünlüğünü kollayan ucu açık yasalarla bastırılması hangi sistemlere özgüdür? Özel yetkili mahkemeler ile yargılama yapıp cezalar yağdıran adalet kurumları hangi ülkeye has uygulamalardır? İşkenceci polislerin kamuoyunun gözünün içine baka baka tehditkâr bir korumacılıkla savunulması, “polisin, askerin elini soğutmayın” diyerek yargısız infaz eleştirilerine cevap veren Demirel Türkiye’sinden farklı mıdır? Kaç yüz işçi taşeronların elinde kayıt dışı ölüler olarak kalıyor? Türkiye için onların değeri ne? Bir ülkede demokrasinin ölçüsü sadece parlamentonun ve liderlerin her dediğine onay veren milletvekillerinin olması mıdır?

“Gülle atan’a gül atacak değiliz” diyor ya Başbakan. Öyle işte. Sezonluk bir kıyafet olarak Mevlana’nın sözleriyle şenlendirilen hoşgörülü demokrasi çıkartıldı. Şimdi kamuflajlı askeri elbiseler moda siyasette.

Avrupa Biriliği’nin 2012 Türkiye raporunda alt alta sıralanan hak ihlallerine “Rum dönem başkanlığının etkisi” diyerek tepki gösteren Egemen Bağış’ın güllük gülistanlık demokrasimize gölge düşüren rapora “RUM” oyunu göndermesi yaparak milli İslamcı ruha seslenmesi gibi. Her şeyin altından çıkan şu Rumlar, Ermeniler, Yahudiler de olmasa yanmışız. Düşman bellenenlerin aynı zamanda sığınak olarak kullanılması ise ayrı bir ironi. Bağış’ın tavrı iç politikadaki sertliğe uygun. Tam da rapor’un anlattığı gibi…  

İktidarın neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Sürekli balkabağına dönüşen demokrasi masalı ile bir harikalar ülkesi pazarlaması yapılıyor.

Ama beyler, sizler Şam’da ayak ayak üstüne atıp, zafer nutukları ile kahve höpürdeteceksiniz diye, gencecik insanları tabutlar içine koyup ailelerine teslim etmeyi düşünecek kadar insanlıktan çıktıysanız söylenecek söz kalmamış demektir.

Bu artık cibilliyet meselesidir.