Öyle görünüyor ki Rusya’nın cevabı doğru kestirilemedi. Her satranç oyuncusunun deneyeceği gibi Rusya Su-24 olayını bir piyonu verip veziri alma hamlesine dönüştürmeye çalışıyor

Şangay yolları taştan...

AHMET K. HAN*
@Ahmet_K_Han

Oysa her şey ne kadar güzeldi...!

Türkiye geleneksel ittifaklarının dayattığı kısıtlardan kurtuluyor, görece otonom, bir dış politika izleyebiliyordu. Batı kampının üyesi, Rusya Federasyonu (RF), Çin ve İran’la kuvvetli bağlara sahip, “yeni Orta Doğu’nun... sahibi, öncüsü ve hizmetkarı” bir “bölgesel süper güç” oluyordu. İlişkilerinin bu “çok yönlülüğü” Türkiye’ye NATO üyesiyken Çin’den füze savunma sistemi almayı; 2014’de doğalgaz ithalatının % 54,7’sini RF’den yapar, elektriğinin % 30’unu da doğalgazdan üretirken, tüm bu bağımlılığın üzerine çekinmeden, 20 milyar USD “başlangıç” maliyetiyle Akkuyu’da kurulacak ilk nükleer santral ihalesini de Rusya’ya vermek lüksünü bahşediyordu. Hatta 2012 yılında, o zaman Başbakan olan Erdoğan, Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmanın Türkiye için Avrupa Birliği’ne alternatif oluşturabileceğini söylüyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Victoria Nuland ise, eğer olursa bunun “kesinlikle ilginç” olacağı yorumunu yapmaktaydı! Gerçekten de hikayenin nihayeti ilginç oldu.

Son zamanlarda Akkuyu‘daki uyuşmazlıklara dair sızıntılar başlamıştı ki Türkiye Antalya’daki G-20 toplantısı esnasında Çin füzelerinden caydığını açıkladı. Derken Kasım’ın 24’ünde, Türk F-16’ları Türk hava sahasını tüm uyarılara rağmen ihlal eden Rus Su-24M bombardıman uçağını vurarak düşürdü. Dedik ya, ‘ilginç’ oldu. Bu yazı işte bu ilginçliği dil döndüğünce anlamlandırmaya çalışacak.
Kasım’ın 13’ünde İslam Devleti’ne bağlılıklarını açıklayan bir hücrenin saldırısı bir gecede, Fransa dahil, yirmi ülkeden yüzotuz insanın hayatına mâl olunca, Suriye bir and Batı’nın gündeminin can evine oturdu. Aslında Suriye’nin öyle durduğu yerde kalmayacağı başından belliydi. İlk sinyal Ocak ayında, yine Paris’te, Charlie Habdo dergisine ve ardından da Porte de Vincennes’de bir Yahudi süpermarketine yapılan saldırıyla gelmişti. İkinci kuvvetli sinyal Suriyeli göçmenlerin hareketlenmesiyle yaşandı. Eylül ayında, biraz da Ankara’nın kapıları aralı bırakmasıyla, Suriyeli göçmenler sınırlarını zorlayınca yumurtanın kapıya geldiği AB açısından açık hale geldi.

Öyle görünüyor ki, Ankara AB’yi bir yandan Türkiye’nin üzerindeki göçmen yükünü paylaşmaya, diğer yandansa kendisine mecbur bırakmaya çalışıyordu. Böylelikle bir taşla bir kaç kuş vurulacak, uzunca bir zamandır Türkiye’ye soğuk duran AB hem diyaloğa mecbur bırakılacak, hem seçimler öncesi dünya politikasının aktif ve prestijli aktörü görüntüsü kotarılacak, hem Türkiye’nin AB’den uzaklaştığı ve giderek otoriterleştiği eleştirilerine karşı “bir cins AB süreci” kalkanı kuşanılacak, ve nihayet Suriye meselesinin AKP’nin rızası dışında çözümünün mümkün olmadığı mesajı kuvvetle verilecekti. Bu sonuncu madde önemliydi zira Rusya Ekim başından itibaren Tartus ve Lazkiye Hmeymim hava üssü çevresine yaptığı yığınakla Suriye iç savaşında taraf olmuştu.

Aslında Türkiye ve Rusya son yıllarda ilişkilerini, başta enerji ticareti olmak üzere, ekonomik gündemlerini stratejik ve dış politik farklılıklara gölgeletmemek üzerine kurmuşlardı. Kimileri buna “kompartmantalizasyon” diyorlar. İki ülkenin Suriye meselesinde birbirleriyle taban tabana zıt bir politika güttükleri, ve kimi önemli stratejik gündem maddelerinde birbirlerinden ne kadar ayrı düştükleri düşünüldüğünde, kavramın uygulanmasının, kelimenin okur yazarlık sınırlarını zorlayan yapısına eşdeğer bir müşküliyet içerdiği açık.

Ankara’nın Ukrayna/ Kırım meselesinde Rusya’yı açıktan sert eleştirmese de temelde “Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden yana” olduğunu belirtmesi, RF açısından sorunlu. Burada Rus dış politikasının hafızasının kuvvetli olduğu, ve günümüzde onu yönetenlerin tarihsel deneyimlere anlam yüklemekte Türkiye’nin dış politikasını yönlendirenlerden hiç de geri kalmadıkları hatırlanmalı. Nihayetinde, Kırım üç asır Osmanlı’nın bağıtlısı kalmış bir bölge. Ankara’dan Kırım Tatarlarına ilişkin yapılan hatırlatmaların, ne kadar kısık sesli olsalar da, Putin ve avanesini mutlu etmediği muhakkak. Kaldı ki, Rus kimliği için önemli olan bu argümanlar, milliyetçiliği iç politika malzemesi yapmakta en az muhatapları kadar maharetli ve hevesli olan Putinesk politika anlayışı için, kolay kullanılır mahiyette.
Putin’in Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi vasıtasıyla ilettiği bir mesajla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı diplomatik nezaket dışında hedef aldığı, ve IŞİD’e destekle suçladığı, yönündeki haberler bu bağlamda anlamlı kabul edilebilir. Bu olayı daha da ironik hale getiren Putin’in sözcüsü Dimitri Peskov’un söz konusu ifadelerin kullanıldığını yalanlarken aynı anda Rusya’nın Suriye’de askeri yığınak yaptığı ve müdahalede bulunacağı iddialarını da red etmesiydi. Tüm bunlar olurken tarih Ağustos ayının başıydı. Yani Rusya’nın Suriye’de tam da bunu yapmasından yaklaşık iki ay evvel!
Rusya’ya göre bu hamleyi yapma gerekçesi IŞİD ile mücadele. Genelde inanılan ise Rusya’nın, başka hiç bir nedenle değilse bile demografik tükenmişlik nedeniyle, önünde sonunda yıkılacak olan Esad’ı kurtarmak için sahaya indiği. Bu iki akıl yürütme biçiminin de gerçekten uzak olmadığı söylenmeli. Ancak, kimi nitel nüanslarla.

İlkin, Rusya için esas önemi olan Esad değil. Coğrafyası yaklaşık rejimin bugün kontrol ettiği bölge ve alana tekabül eden bir ‘butik’ kıyı devletinin, stratejik tercihleri sabit, ve bu bakımdan “Baasçı”, bir rejim altında sürdürülmesi. Öte yandan IŞİD içerisinde mevcut RF kökenlilerin bir daha Rusya topraklarını görmemesini elbette ister. Ancak IŞİD Rusya için meselenin kendisi olmaktan çok araçsallaştırılmış bir meşruiyet argümanı. Putin savaşı Esad ve IŞİD arasında, siyah ve beyaz bir mücadeleye çevirmeyi becerebilirse, Batı için ortada bir tercih zemini kalmayacağını, söz konusu ‘butik devlet’in ve Suriye’deki Rus varlığının görünür gelecek için meşruiyet kazanacağını biliyor. Bunun için ilk yapılması gereken sahayı Esad ve IŞİD arasında bölmek. Dolayısıyla Rus stratejisinin önceliği, Ankara’nın da iddia ettiği gibi, ‘diğer’ muhalefeti temizlemek. Böyle bir ortamda, Rusya’nın Türkiye’nin arzu ettiği güvenli/ uçuşa yasak bölge uygulamasına razı gelmesi normal koşullarda imkansız.

Lazkiye’deki Su-30 savaş uçakları bir anlamda bu durumun hem sinyali, hem de sigortası. Burada RF’nin meşru gördüğünü açıkladığı, ‘istisnai’ diğer aktörse PYD. Bu konuda ABD ve RF anlaşma halinde. Elbette küresel rekabette herkes pozisyonuna sahip çıkmaya devam edecektir. Ancak IŞİD var olduğu sürece Suriye sahasında çizilen büyük resimde Rusya ve ABD arasında açık anlaşmazlıklardan çok, sessiz uyuşmaların ön plana çıkma ihtimali yüksek. Bu Türkiye’nin bu günkü dış politika öncelikleri ve PKK meselesi düşünüldüğünde iyi bir haber değil.

RF’yi yönetenler, aynı Türkiye’nin yöneticileri gibi, yeni bir Orta Doğu’nun şekillendiğini ve Obama ABD’si geri dururken buranın geleceğinde söz sahibi olacak bir pozisyonlama almak gerektiğini değerlendiriyorlar. Bunun için bölgede ihtiyaç duydukları kredibiliteyi sağlamanın bir yolu olarak Batı’nın kaygan politikalarına karşı, müttefiklerini asla terk etmeyen ülke imajını kuvvetlendirerek, Suriye’de sahaya çıktılar. Böylelikle, Suriye üzerinde patronajı sürdürürken, sıcak denizlerle teması da kaybetmeyerek klasik Rus jeopolitik düşüncesindeki devamlılığı da sergiliyorlar. Neticede RF Suriye’de kaptığı rolle, Ukrayna krizinin kendisini sıkıştırdığı yaptırımlar alanından dünya politikasının ‘baş masa’sına geri dönmeye oynuyordu. Kasım’ın 23’ü itibariyle gelinen noktada bunu becerdiği kabul edilmeli. Bu Türkiye’nin tutum ve tezlerinin marjinalleşmesi pahasına oldu denebilir. Paris saldırıları bu yöndeki gidişatı kuvvetlendirdi. G-20’den bir gün önce Viyana’da varılan Suriye anlaşması Batılı aktörlerin temelde Rusya’nın tezlerine yaklaştığını mühürlüyordu. G-20 toplantısında Putin sadece ‘baş masa’ya dönmekle kalmadı, her davetin sonunda en sona kalan, ve kararları alan küçük grupta samimi bir yer de buldu kendine. Üstelik kapalı kapılar ardında da değil, toplantının yapıldığı otelde, alenen! O resimde Türkiye yoktu...

Aslında Suriye’de konuşlu Rus uçakları Ekim’den bu yana Türk hava sahasını defaten ihlal etmişlerdi. Kamuoyunca fazla bilinmeyen bu ihlallerin ilk olmadığı. Ruslar Karadeniz’de Türk hava sahasını devamlı surette zorlamaktalar. Ancak, taraflar bu durumu karşılıklı idare ediyor. Suriye’deyse durum farklı. Gelinen noktada jeopolitik ayrılıklar yumuşatılamaz bir boyut kazanmıştı. Kasım’ın 24’üne gelindiğinde Türkiye Rusya’nın süregiden tacizleri karşısında, önceki kararları nedeniyle kendini sıkıştırdığı köşede elini açmak zorunda kaldı. Ya bu ihlalleri sineye çekecek, Suriye sahasındaki tüm öncelik ve pozisyonlarından vaz geçecekti, ya da Rusya’yı durduracaktı. Öyle görünüyor ki uluslararası hukukun ve önceden açıklanan angajman kurallarının verdiği meşruiyet zeminine, ve iki ülke ilişkilerinin kar��ılıklı bağımlılığa dayalı girift yapısının yatıştırıcılık potansiyeline, güvenilerek seçim ikinci seçenekten yana yapıldı. Kaldı ki aynı Putin gibi, ancak daha küçük kaynaklara sahip olmanın getirdiği anlamlı farkla, Erdoğan da dış politika kararlarını öncelikle iç politikadaki etkisini değerlendirerek alma eğiliminde. Bu bakımdan AKP’nin Suriye politikasının önceliklerinin katı doğasının, uzun zamanda oluşmuş saha ilişkilerinin, PKK ile yürüyen mücadelenin PYD ile yürütülen gölge boksu boyutunun zorladığı koşullarda milliyetçi refleksi körükleyecek seçenek şayanı tercih görülmüş olabilir.

Ancak öyle görünüyor ki Rusya’nın cevabı doğru kestirilemedi. Her satranç oyuncusunun deneyeceği gibi Rusya Su-24 olayını bir piyonu verip veziri alma hamlesine dönüştürmeye çalışıyor. Putin, Batı’daki desteğini güçlendirirken Türkiye yazının en başında bahsettiğim görece otonomluğunu kaybetmek riskiyle karşı karşıya. Belirtmek gerekir ki bu otonominin sınırlılıkları Suriye iç savaşının başından beri ayan beyan ortadaydı. RF tehdidi karşısında ilk yapılanın NATO’yu toplantıya çağırmak olması bu bakımdan anlamlı. Dahası Rusya olayı Türkiye’yi, tezlerini ve Suriye’deki müttefiklerini Viyana sürecinin bundan sonrasında marjinalleştirmek için kullanacak gibi. Uçuşa yasak bölge, bu şartlar değişmedikçe, artık hayalden de öte. Özellikle Akdeniz’de mevcut Rus savaş gemileri ve Lazkiye’ye yerleştirilecek S-400 füzeleri düşünüldüğünde. Putin ise kazançlarını ve kimi başka noktalardaki beklentilerini bütünüyle konsolide etmedikçe kolayına gerginliğin dozunu düşürecek gibi değil. Söz konusu konsolidasyon sağlandıktan sonra ekonomik cephede Rusya’nın sessiz bir düzelmeye izin verecek şekilde ipleri gevşetmesi olasıdır.

Elbette Putin’in elini abartarak oynaması ihtimali de var. Ancak, bunun sonucunda ortaya çıkacak tırmanma taraflar için değişik biçimlerde tatsız olacaktır. Rusya’nın bir gün, bir yerde, bir şekilde karşılık vereceği beklenmeliyse de tarafların aralarındaki sorunları başkalarına emanet etmeden, konuşarak çözmesi en uygun hal çaresidir.

Ancak, korkarım en iyi senaryoda dahi artık Şangay yolları heyelan altında. Hani hala kimsenin umurundaysa diye...

*Doç. Dr., Kadir Has Üniversitesi