Sardunya’ya ağıt
Jeremy Corbyn (solda) - Jon Privett

Semiha DURAK

"Jon Privett’in öldüğünü öğrenmiş olmaktan çok üzgünüm." Sosyal medya hesabında paylaştığı fotoğrafın altına, böyle yazmıştı Jeremy Corbyn. Fotoğrafa tekrar baktım: Corbyn bisikletine yaslanmış duruyor; elinde bir kitap, yanında bir adam. Dikkatli bakınca hemen tanıdım adamı. Ah, yine ne erken bir ölüm! İsmini, o ölünce öğrendiğim insanlardan biri şimdi Jon Privett de. Eski mahallemde, kaldırıma kurduğu tezgahında ikinci el kitaplar satıyordu. Homeros'un İlyada ve Odysseia  destanlarının eski basımlarını almıştım ondan. Sonra bir Charles Dickens, bir de Bizans Resim Sanatı kitabı. Herbiri ciltli, mis gibi nostalji kokulu. Şimdi yeni mahallemde, yeni evimin kitaplığında yerini aldılar ve nereye gidersem benimle gelecekler bundan sonra. Ama Jon Privett gitti, artık yok. İsmini o öldükten sonra öğrenmiş olmak, onun için üzülüp hakkında yazmama engel değildir ama, öyle değil mi? Her şeyi yargılayan korolar  buna da itiraz edebilir. Ama ismini, hatta varlığını,  öldükten sonra öğrendiğimiz insanlar için üzülebilmek, gittikçe kaybolan insan inceliklerinden biri haline geliyor.

Jon Privett'i sadece eski mahallemde değil, Kings Cross'ta, kanaldaki ‘Word on the Water’ adını verdiği teknesinde de görüyordum ara sıra. Suda yüzen, gezgin kitapçı dükkanıydı bu tekne. Artık hayatta olmayan yazarlardan ve geçmişten ödünç alınmış kelimeleri,  suyun ve  kaldırımların üzerinde, yersiz-yurtsuz- göçebe- gezginler gibi sokağa karıştırarak hızla değişen, değişirken mekanikleşen zamana, ve kendinden uzaklaşan insana meydan okumaktı Jon Privett’in yaptığı. 

Teknenin önünden ilk kez geçtiğimde,  büyülenmiş gibi donmuş kalmıştım. Kitaplar değildi ama beni o gün orada büyüleyen. Saksıya dönüştürülmüş siyah bir postal içinde kırmızı bir sardunya, tekne üzerinde dekor gibi duruyordu. Dünya birkaç saniyeliğine dönmeyi unutur gibi oldu sardunyayı görünce. Sanki hafif bir rüzgar saçlarımı savurdu. Yıllardır duymadığım eski bir şarkı kulağıma çalındı: “Seyre durduk tantanayı /tutuklayıp sardunyayı/attılar dipkapalıya /ikindiyin saat beşte."

Şarkıdan çok, bir ağıttı bu. Sardunya'ya Ağıt.  

Mutluluğun resmi zor, ama Sardunyaya Ağıt'ın fotoğrafını çekmiştim, kendimce. Anlık bir görüntüde  anlamını bulmuş gibiydi her şey. Saksıya dönmüş postal ve  tutuklu sardunya…Miladı 12 Eylül'den de öncesine uzanan yılların ve olayların metaforu gibi karşımda duruyorlardı. Sardunyalar tutuklanırken seyre durduğumuz tantanalı zamanlar içinden geçiyorduk yine. 

Yeni Türkü’nün 1979 yılında, çıktığı gibi  yasaklanan ve toplatılan ilk albümü, Buğdayın Türküsü’ndeki şarkılardan biriydi Sardunya’ya Ağıt. Ben doğmadan önce yakılmış- yasaklanmış- yakılmış bir ağıttı. Ama 90’larda, biz büyürken en çok dinleyip söylediğimiz şarkılardan biri olmuştu yine de.  İnsana en ince yerinden dokunan şeyler, yasak da,  sansür de dinlemiyordu. Ve kuşaklar boyu devam ediyordu bu böyle. Cevabı, albüme adını veren  Pablo Neruda şiiri, Buğdayın Türküsü’nde gizliydi belki. Yeni Türkü’nün, gürleşen sesiyle kalbimi titreterek söylediği, tam da şu dizelerde: Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde. 

Buğday’ın Türküsü’nde içim bir cız ederdi ama, Sardunya’ya Ağıt’ı, o ağırlığına rağmen eğlenceli bulurdum. Nedeni, dizelerin şairinin Can Yücel olmasıydı kuşkusuz. 1972’de, içerdeyken yazdığı bu ağıt-şiirin hikayesini, belgesel yönetmeni Nebil Özgentürk’den öğrenmiştik sonra. Babasının,  Can Yücel’i ziyarete  giderken, ona hediye olarak götürdüğü kırmızı sardunyayı,  baş gardiyanın alıp çöpe attığını anlatmıştı. Can Yücel de durmamış,  “suçu tevatür ve esrar ve elbet bir kızıllığı olan sardunyayı” şiire dönüştürüp ölümsüzleştirmişti. Yasak, sansür, mapus mu demiştiniz? 1972’den beri o kızıl sardunyayı konuşup duruyoruz. Zamana da, mekana da meydan okuyor sardunya.

Jon Privett 'in öldüğünü öğrendiğim gün, bir ölüm haberi daha aldım. İsmini, o ölmeden kısa bir süre önce öğrenmiş olsam da, varlığını yaptığı işlerden bildiğim, İlker Berke. 

Adını her zamankinden çok duyduğum günlerde, aniden çekip gitmiş olması tuhaf. Eski bir arkadaşı  yıllar sonra bulmuşken kaybetmiş gibi bir hüzün sardı içimi öldüğünü öğrendiğimde. 

Ölümünden bir gün önceydi. Altın Portakal Film Festivali jüri üyeleri, Berke’nin görüntü yönetmenliğini yaptığı, Kanun Hükmü filminin sansür uygulanarak seçkiden çıkarılmasını protesto etmek ve film ekibiyle dayanışmak için  jüri üyeliğinden çekildiklerini açıklamışlardı. Yasaklar ve sansürler coğrafyasında hapsolmuş sardunyalardan biriydi İlker Berke de. Bütün postallara  inat, dayanışmacı bir sinema hayali kuruyordu.

İsminden önce gözlerini görmüştüm; yıllar önce izlediğim Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminin finalinde, jenerikte akarken kaçırmış olmalıyım ismini. Görüntü yönetmeni: İlker Berke. İsmini biraz geç bahşetti; hayatının finalinde,  jenerikten biraz önce. Kanun Hükmü filmi “suçu tevatür, esrar ve elbet bir kızıllığı var” şüphesiyle sansüre uğrayınca, her yerde söylenir olmuştu ismi. Tam da herkes tantanayı seyre durduğu sırada, ne olduğunu anlamadan, sessiz sedasız gitti. Filmi henüz görmedim; kanun hükmünde kararname ile ihraç edilen insanların anlatıldığı bir belgesel olduğunu biliyorum sadece. 

İlker Berke ismini, Kanun Hükmü filmini duymadan önce, görüntü yönetmeni ve yapımcısı olduğu Tepecik Hayal Okulu belgeseli ile eklemiştim bildiğim isimler listesine.   Yönetmenliğini Güliz Sağlam’ın yaptığı ve ‘deli dahi’ yönetmen Ahmet Uluçay’ın çocukluk düşlerinin, sinema hayallerinin anlatıldığı Tepecik Hayal Okulu’nun içinden,  trenler ve hayaller geçiyordu. Yani en sevdiklerim.

 Uluçay’ın kendini anlatma mücadelesini, hastane günlerini, “söyleyemediklerim şimdi beynimde büyüyen bir tümör” diyerek  erkenden gidişini ve  yarım kalmış hayallerini düşündüm filmin ardından. Yine Buğdayın Türküsü’nden, başka bir ağıt çalındı kulağıma;  “Bir ölü daha geçti, ben ağlamaklı oldum.”

Pürtelaş, erken gidenlerin ardından, ‘her şeye rağmen ağıtları’ yakmak,  en iyi bildiklerim. 

Başka coğrafyalarda, birbirinden habersiz yaşayıp  ölmüş iki insanı; Jon Privett ve İlker Berke’yi şimdi burada, bu ağıtta buluşturan,  aynı yaşlarda ve aynı günlerde ölmüş olmaları mı peki? Yoksa, sahip olduğumuz bu biricik hayatı, renksiz postallar ve karanlık zindanlar içinde daraltmaya çalışan ve  tümör gibi yayılan kötülükler karşısında,  inatla direnen sardunyalar olmaları mı?