Gazete ve televizyonlar aracılığıyla ulaştığımız Gazze’de yaşanan savaş görüntülerinde; ya en yakın ilk yardım yapılabilecek bir yerlere bağrış-çağrışlar arasında koşuşturanların...

Gazete ve televizyonlar aracılığıyla ulaştığımız Gazze’de yaşanan savaş görüntülerinde; ya en yakın ilk yardım yapılabilecek bir yerlere bağrış-çağrışlar arasında koşuşturanların kucaklarında ki yaralı, belki de ölmüş, ya da bombalamaların gürültüsü ve toz-dumanından korku dolu gözleriyle kaçışan çocuklar yüreklere dokunuyor. Gelen haberlerde ölenlerin %60’ını kadınlar ve çocuklar, yaralıların ise %40’ı çocukların oluşturduğu söyleniyor. Merak ediyorum bu görüntülerden rahatsız olup gözünü kaçıran ya da televizyonunun kanalını değiştiren/ kapatan kaç kişi olmuştur. Susan Sontag “Başkalarının Acısına Bakmak” kitabında savaşın, dehşetin ve acının yüzünü sergileyen görüntülere/fotoğraflara bakmaya ne kadar dayanabilirsiniz sorusunu yöneltiyor.

Savaş söz konusu olduğunda yani acının, vahşetin görüntüsüyle karşılaşan insanlar sahici/manipülasyon yapılmamış görüntüleri, estetize edilmiş görüntülere oranla daha fazla talep ediyor. O yüzden ilk gelen görüntüler ve amatör fotoğrafçıların çektiği fotoğraflar daha sahici geliyor. Bu görüntüler ve amatör fotoğraflar, şefkat ve özdeşleşme duygusu pek uyandırmıyor. (ne görüntüye, ne de fotoğrafçısına). Savaş devam ettikçe kısa bir süre sonra fotomuhabirler ve savaş fotoğrafçılarından görüntüler gelecek. Sonra İsrail yetkililerinin propaganda görüntüleri uçuşacak ekranlarda. Nitekim başladı bile.

Bu korkunç görüntülerle karşılaşıp gözlerini kaçıran ya da televizyonlarını çevirenler daha çok savaşın olduğu ülkeler dışındaki insanlarda oluyor. Oturdukları sıcak evlerinde “Savaş Çocukları”na şefkatle yaklaşan bazı insanlar aynı zamanda ellerinden bir şey gelmeyeceğine olan inançla bu davranışta bulunuyorlar. Oysa bir duygu eyleme dönüşmezse yitmeye ya da -kişisel olabildiği kadar toplumsal olarak da- içe dönük ruhsal bir baskı unsuruna dönüşmeye mahkumdur. Yapılabilecek hiçbir şey olmadığı duygusu, insanlarda bu tip görüntülerden sıkılmaya, giderek tepki vermemeye ve yaşadığı dünyaya yabancılaşmaya kadar gider.

Sonra...çok da uzak olmayan bir gelecekte biz insanlar, Dünya’nın bir ucunda ‘Savaşın Çocukları’nın estetize edilmiş acılı fotoğraflarının sergilerine şahit olacağız... o görüntüleri ödüllere boğacağız... Tüketensek, görüntüyü bir süre sonra bellek dehlizinin derinliklerine gömeceğiz, kimbilir ne zaman çıkarılacağını düşünmeden... Fotoğrafçı ya da haberciysek belki de bir fotomuhabir; o ‘etkileyici, güzel’ görüntüyü çeken fotoğrafçı ile kendimizi özdeşleştireceğiz.

Vahşetin, şiddetin estetikleştirilmesi, durumun etkisini güçlendirebilse de, sahiciliğini zayıflatır. Savaşın yarattığı vahşetin, acının fotoğrafları ile örneğin kadın ve çocuk istismarının estetize edilmiş görüntüleri, aslında üstü örtülü bir biçimde değerler tahribatına sebep olma riskini de içinde barındırır. Şefkat ve özdeşleşme duygusu uyandırır. (hem görüntüye, hem de fotoğrafçısına).

Fotoğrafçının da bunun aleti olma riskini taşıdığına dikkat etmesi gerekir. Özdeşleşme sonuçta bir araçtır ve kimin elinde olduğu, ne için kullanıldığı önemlidir. Fotoğrafçının tutumuna göre tüketeni uyutmak için kullanılabileceği gibi tüketici için seyrettiklerinden kendine sorular çıkaracağı, sorguluyacağı ciddi bir uyarıcı araç da olabilir.

 “Ancak şiddet fotoğraflarına çok yakından bakmanın şok edici olduğu kadar utanç verici bir tarafının da bulunduğunu gözden kaçırmamak gerekir,” diyor Sontag ve devam ediyor; “Herhalde acının en akıl almaz ve aşırı boyutlarında ki görüntülerine gözlerini kırpmadan bakabilecek insanlar, sadece o acıyı hafifletmek için bir şeyler yapabilecek konumdaki (örneğin doktorlar) ya da o resimden bir şeyler öğrenmeye niyetli kişiler olabilirler. Onların dışında hepimiz -kendimize yüklediğimiz anlam ne olursa olsun- birer dikizciyiz.”