“İncir Kuşları” ve “Meyra” adlı kitaplarıyla Bosna Savaşı'nın trajedisini okurlarına aktaran Sinan Akyüz, bu kez “Ben, Amir” kitabıyla savaş esnasında doğan tecavüz çocuklarından birini, “savaşın unutulan çocuğu” Amir’i tanıtıyor okurlarına.

Savaşın unutulan çocukları

MELİKE ZERYA AKBAŞ 

İnsanlık tarihi boyunca bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hep insanın yaşamını kolaylaştırdığı varsayılmıştır. Ancak bunun bedeli, savaş teknolojilerinin de aynı hızla gelişmesi oldu. Yalnızca ordu mensubu askerlerin değil, sivillerin de savaşın bir parçası haline geldiği de inkâr edilemez. Önce İkinci Dünya Savaşı, sonra da yirminci yüzyılın diğer savaşları sırasında dünya kurulalı beri insanın bir türlü onsuz yaşamayı beceremediği savaş mefhumunun sivillerin hayatlarını darmaduman edişini önce naklen, sonra canlı canlı izler olduk. Bugün bile anbean şahidiyiz bunun. 

Yirminci yüzyılın insanlık tarihi açısından en karanlık dönemlerinden biri olan Bosna Savaşı da Avrupa’nın merkezinde yaşanan bir insanlık trajedisidir. Bu savaşın vahşeti milyonlarca insanın canını aldığı gibi bir o kadarını da yersiz yurtsuz bırakmış, hayatlarını altüst etmiştir. Bu korkunç döneme dair birçok hikâye anlatılmış ve bu hikâyeler sayesinde insanlar bu karanlık dönemi daha iyi anlamışlardır.  

Yakın zamanda Alfa Yayınları’ndan çıkan “Ben, Amir” kitabı da onlardan biri. Her biri çok satan, çok okunan ve üzerine çok konuşulan kitaplarıyla tanınan yazar Sinan Akyüz, daha önce de Bosna’daki trajediye dair kitaplar kaleme almıştı. “İncir Kuşları” ve “Meyra” ile okurlarına o dönem yaşananlara dair acı hikâyeler anlatan Akyüz, “Ben, Amir” kitabıyla bu kez o savaş esnasında doğan tecavüz çocuklarından birini, “savaşın unutulan çocuğu” Amir’i tanıtıyor okurlarına. Ruhundaki tüm yaralar ve karanlık dehlizlerle birlikte. 

“Ben, Amir”, Bosna Savaşı sırasında Sırpların yönettiği tecavüz kamplarında zorla hamile bırakılan bir kadından doğan ve doğduğu gün annesi tarafından terk edilen bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. 

Avrupa’nın göbeğinde yaşanan insanlık trajedisinden yirmi yıl sonrasında açılıyor kitap. Yirmi yaşındaki Amir’in terapi seansları aracılığıyla içinde bulunduğu ruh durumunu ve bu durumun nedenlerini öğreniyor okur yavaş yavaş. Amir’in içinde bulunduğu kurban psikolojisinin ardında yatan terk edilmişlik ve köksüzlük (yahut ait olduğu kökü kabullenememe), roman boyunca yazarın etkileyici üslubuyla ve karakterler arasındaki diyalogların çarpıcılığıyla okura aktarılıyor. 

On yaşındayken kimliğine dair öğrendiklerinin ruhunda yarattığı karmaşayı çözmenin tek yolunu onu terk eden kadını bulup yüzleşmek olarak görüyor Amir. Bu çabası da onu soykırımın sembolü hâline gelen Srebrenitsa’ya götürüyor. Bu noktada kitabın ikinci perdesi açılıyor ve yirmi yıl öncesine, savaşın en sıcak zamanlarına götürüyor Sinan Akyüz, okurunu. 

Amina’nın ağzından henüz on dört yaşındayken yaşamak zorunda kaldıklarını okurken tüm bunların dünyanın gözleri önünde yaşandığını bilmek daha da kocaman bir düğüme dönüşüyor insanın boğazında. Ve aradan neredeyse kırk yıl geçmişken, dünyanın hâlâ birilerini “şeytanın pençesiyle baş başa bıraktığını” bilmek. 

Yazarın hikâyenin iki tarafına da baktığı, iki ana karakteriyle de empati yapabildiği, okurunu geçmişi ve şimdiyi düşünmeye teşvik ettiği ve unutulan yahut unutulması istenen acıları bir kez daha hatırlattığı romanı “Ben, Amir”, okunması güç ama etkili bir kitap.