Devletlerarasında hep bir rekabet, bir “pazar payını büyütme” yarışı var. İktidarlar, temsil ettikleri sınıfların çıkarına uygun biçimde, savaşmadan da bu işi görüşmelerle, pazarlıklarla, gizli ve açık tehditlerle sürdürüyorlar.

Savaşseverliğe karşı içsavaş

Zafer Köse

Savaş günlerinde, insanları cepheye göndermek ve halkı savaşa inandırmak için bazı politikacılar kamuoyuna çeşitli bilgiler ve düşünceler açıklarlar. Ama onlar da bilir ki, belirleyici olan, insanların duygularıdır. Anlattıkları bütün gerekçeler, sonuçta, aldıkları savaş kararının onaylanmasını sağlayacak duyguları uyandırmaya yöneliktir. İşlerine en çok yarayan ise milliyetçilik ve dincilik gibi kutsallaştırılan değerlerdir. Bir ırkın üyesi olmak, bir coğrafyada doğmak, bebek yaşta ezberletilen bir inanca bağlı olmak gibi, doğuştan gelen özellikleri mesele haline getirmek, ucuz yoldan duyguları hareketlendirmeye çalışanların her zaman öncelikli tercihi olmuştur.


Ölenler, savaşı çıkaranlar değil

İktidarlar ve savaşsever yandaşları duygusal açıklamalar yaptıkları sırada, cephede bambaşka bir gerçeklik yaşanır. Öyle bir deneyimimiz olmasa da biliriz. Örneğin, Remarque’ın klasikleşmiş romanı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok sayesinde o acı, o korkunç atmosferi hissederiz:

Paul bacağından vurulan arkadaşını sırtına alıyor. Onu acele revire ulaştırmalı. Kat’ın yarası ölümcül değil ama çok kan kaybediyor. Paul nefes nefese ilerlerken bazen çok yakınından geçen bir merminin ıslık sesini duyuyor. Bu sesleri duymak artık Paul’un sinirlerini bozmuyor, tersine, bir teselli buluyor. Bunları duyduğuna göre, demek ki hâlâ yaşıyor. Ne var ki, yaşadıkça içindeki yalnızlık duygusu büyüyor. Kat’ı revire bırakıp tekrar cepheye döndüğünde, birlikte geldiği arkadaşlarından hiçbiri yanında bulunmayacak. Diğerleri öldü.

Hastabakıcıya teslim ederken, arkadaşının kafasının parçalanmış olduğunu görüyor. Yaşamıyor. Demek sırtında taşırken bir mermi daha isabet etmiş. Yolunu şaşırmış küçük bir mermi. Önemsiz bir parça. Bu arada, radyoda, Paul’un savaştığı cephedeki durumla ilgili bilgi veriliyor: “Batı cephesinde kayda değer bir şey yok.”

Onca kargaşanın, patlamanın, bağrışmanın arasında, yadırgatıcı derecede sakin bir anlatım bu. 1929’da yayımlanan romanda Remarque, savaş yanlısı duygusal-romantik söyleme karşı adeta duygusuz bir dil yaratıyor. Savaş kararını verenlerle cephede savaşanlar arasındaki ayrımı böyle bir teknikle hissettiriyor. Örneğin, iki düşman askerin, içinden çıkamadıkları terk edilmiş bir çukur alanda birbiriyle iletişimi, açıklanan savaş gerekçelerini geçersiz hale getiriyor. Kitap, Paul’un şimdiki zaman kipinde anlatmasının da etkisiyle, yüz yıl sonra bile, savaş kararlarına direnmeye devam ediyor.

Savaşın onaylanması

Dünyada onlarca yıldır ne kadar çok insan meydanlarda toplanıyor, barış şarkıları söylüyor. Resimden sinemaya çeşitli sanat dallarında zengin bir savaş karşıtı külliyat çoktandır oluşmuş durumda. Böylesine yaygın biçimde karşı çıkıldığı halde, savaş belasından kurtulamıyor insanlık.

Neden acaba? Duygusal yönden karşı çıksa da, insanların çoğu acaba savaşın gerekliliğini anlatan düşünceleri kafasında alt edemiyor mu? Savaşların nedenine, alınan savaş kararlarının amacına karşı çıkmak konusunda kafası mı karışık insanların?

Devletlerarasında hep bir rekabet, bir “pazar payını büyütme” yarışı var. İktidarlar, temsil ettikleri sınıfların çıkarına uygun biçimde, savaşmadan da bu işi görüşmelerle, pazarlıklarla, gizli ve açık tehditlerle sürdürüyorlar. Diplomasi yetersiz kalınca silahlı güçler devreye sokuluyor. Elbette bağımsızlık savaşları, ulusal kurtuluş mücadeleleri, özgürlük uğruna halk hareketleri de var. Ama savaş deyince ilk akla gelen, kuşkusuz, yöneticilerin çeşitli kılıflarla çıkardıkları “paylaşım savaşı” oluyor. Farklı devletlere dağılmış egemenler arasındaki rekabet.

İşin içinde silah satışlarını artırmak gibi kaba hesaplar da olabilir, halkın devlete ve iktidara bağlılığını güçlendirmek için somut bir düşmanın varlığını faydalı gören iç politikalar da. Ama temel nedenin “barış” günlerinde de asıl belirleyici olan “paylaşım mücadelesi” olduğu kesin. Yani “barış” günlerinde devlet kim için ve kimler tarafından yönetiliyorsa, savaş da aynı iradenin kararı olarak çıkıyor.

Halklar zaten “barış” günlerinde de “aynı gemide yaşıyoruz” kandırmacasıyla, kendi zararlarına ve sadece az sayıda zengine faydalı politikaları onaylar hale getiriliyor. Bunun bir yöntemi de, insanları kimlik ve yaşam tarzına dayalı tartışmalarla oyalamak. Açıktır ki; kaynakların kullanılması, üretimin yönetilmesi ve paylaşılması esasına dayanmayan bir muhalefet, aslında iktidarın sürdürülmesini onaylamış oluyor.

Düşünce meselesi

Bunlar hiç de karışık olmayan, çoğu insanın düşünebileceği gerçekler. Ne var ki, insan düşünerek yaşayan bir canlı değil. Tersine, koşullarına hapsolmuş biçimde düşünebiliyor ancak. Bazen konforuna, bazen can güvenliğine, bazen de uzun zaman boyunca gerçekleştirmeye çalıştığı amacına uygun görüşleri onayladıkça, onları içselleştiriyor, kendi düşünceleri, kendi özellikleri haline getiriyor. Örneğin, Vedat Türkali’nin dediği gibi, düşüncesini açıklamaktan korkmaya başlayan kişi, bir süre sonra düşünmekten de korkar hale geliyor. Ve zamanla düşünme yetisi zayıflıyor. Öyle ya, gereğini yapmayı göze almadıktan sonra, gerçeğe niye yönelsin insan? Kazancakis’ten Yaşar Kemal’e, birçok usta, kaldıramayacağı vicdan yüküyle karşılaşmamak için insanın nasıl da duyarlığını körelttiğini anlatıyor.

Korkuları, özellikle de farkında olmadığı kaygıları, insanın bilinç düzeyindeki düşüncelerinden ve tercihlerinden daha belirleyici oluyor. Bu tür psikolojik savunma mekanizmaları geliştiren bir insana kendi durumunu anlatmak ise herhalde hayatta anlatması en zor konuların başında gelir. Ama Marx şüpheye yer bırakmayacak biçimde anlatıyor; insan düşündüğü gibi yaşamaz, yaşadığı gibi düşünür. Dolayısıyla, savaş karşıtı sözler, barış günlerindeki yönetim sistemini onaylayan insanlar üzerinde yeterince etkili olamıyor. Yaşadığı koşulları aşarak düşünen ve düşüncesine uygun hareket eden kişilere ender rastlanıyor.

Demek ki, insanın sadece duygusuyla değil, düşüncesiyle ve iradesiyle de savaşa karşı çıkabilmesi için, ona uygun koşullarda yaşaması gerekir. İyi de, o koşulları yaratacak yöndeki gelişmeler için de insanın “düşünerek yaşaması” gerekmiyor mu? Gerekiyor. Yani, dünyanın bu koşulları içinde yaşarken başka türlü bir dünya düşünebilecek zihinsel özellikler gerekiyor. Bunun adına da herhalde “devrimci kişilik özellikleri” diyebiliriz.

Devrimci bir kişilik özelliği, ancak insanın içinde yaşanan bir savaş sonrası gelişebiliyordur. Alışkanlıkların, eğitimlerin, yargılayıcı tanıdıkların, bütün koşulların içselleşmiş etkisini aşmak, kişiliğinin oluşum dinamiklerini fark etmek, öyle bir içsavaşı kazanmadan mümkün mü?

Böyle bir kavramı tanımlayabilmek için, belki de sözlüklerdeki iç savaşlardan farklı olarak, bitişik yazılan bir içsavaş sözcüğü kullanmamız gerekiyor. Ancak öyle bir savaşı kazanınca insan, insanlığın baş belası savaşların bitmesini dilemeyi aşacak bir irade ortaya çıkarabilecektir. Zaten ancak içsavaşlarını kazananlar, kitlelerin gerçekten savaş karşıtı haline geleceği koşullar için mücadeleye girişiyorlardır.