“Başka bir insanın davranışına verdiğimiz tepki, kaybettiğimiz şeye duyduğumuz melankoli ile üstünlüğün/büyüklüğün verdiği hazzı birleştirdiğinde, o kişiye saf/naif deriz.”

Schiller’den Hegel ve Marx’a: Doğal olandan tarihsel olana
Friedrich Schiller’in Gerhard von Kügelgen tarafından çizilmiş portresi.

Güçlü ATEŞOĞLU - Dr. Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi. 

Klasisizmin Goethe’yle birlikte en büyük yazın ustası Schiller ne güzel söylemiş:

“Antikçağın şairi doğayı kaybetmemiştir, dolayısıyla da onu tekrar keşfetmeye ihtiyaç duymaz. Antikçağın şairleri doğallıkla/doğal olarak hisseder, bizse doğalı/doğal olanı hissederiz.”

Şairin doğayı kaybetmesi ne demektir? Onun doğanın içinde, ona karşı ya da onun dışında değil, onun içinde ve onun bir devamı olarak doğayı hissetmesi anlamına gelir. Filozofun logosun sesine kendi sesini, dilini, düşüncesini uygun kılması, onu dinlemesi, kendini ona uyarlaması gibi, şair de o doğada sözünü ifade eder.

Modern çağla birlikte, dolayısıyla özne-nesne ikiliğiyle birlikte, düşüncenin doğadan kendisini ayırmasıyla onun üzerinde hak iddia etmesi düşüncesi, modern şairin de doğalı/doğal olanı doğanın dışında hissetmesi, kendisini ondan ayırarak onu hissetmesi anlamına gelecektir. Bunun çok açık bir biçimde bir yalıtılmışlık ya da izolasyon meselesi olmadığı, yabancılaşmayı ifade ettiği bellidir. Schiller, bu ve benzeri düşünceleriyle Alman Romantiklerini, Hegel’i ve Marx’ı yakından etkilemiştir.

Bir Klasisist olan Schiller’i, bir Romantik olan Schlegel’i kendi dönemlerinde şiir üzerine düşünmeye iten neden, antik ve modern şiirin birbirinden farklı his dünyasına işaret etmesidir. “Schiller, modern şiirde ifade edilen ruhu, içsel, öznel karakteriyle duygusal olarak, Schlegel’se romantik olarak adlandırmıştır. [Şiir Üzerine Diyalog’da] Schlegel, ‘modern şairin her şeyi kendi içinden yaratması gerektiğini’ (belirtir; Fichte’nin idealist felsefe tarzında yaptığı gibi.” Burada yine modernizme özgü öznellik ve özgür iradenin, Reformasyona dayalı içselliğin ön planda olduğunu görüyoruz. Yaratım, içte olanın dışa çıkarılması ve bunun da herkesçe müşterek yapılabilecek bir edim olması. Schlegel modern zamanlara kadarki şiirin gelişimi için şunları söylüyor: “‘Ancak şimdiye kadar her şair ayrı ayrı [bunu yapıyor] ve her eser en başından beri yoktan var olan yeni bir yaratılış gibi meydana getiriliyor…’ Bu nedenle, ortak bir mitolojinin[,] ‘sürekli artan kitle ve üyelerden bütün oluşuncaya kadar tüm şiirlerin (…) birbirine katılmasına’ izin verdiği antikçağdaki durumun aksine, modern şiir ‘bir merkez noktasından yoksundur’. Antikçağda ‘her şey diğer her şeye nüfuz eder ve her yerde tek ve aynı tin vardır; sadece farklı şekilde ifade edilir’.” Ortaklık, beraberlik, dayanışma, Bildung ve yabancılaşmanın aşılması denirken aslında Alman filozoflarının temel dürtüsü ve arzusu bu yönde: Her yerde tek ve aynı tin. Bu yüzden Alman felsefesi bir tin (Geist) felsefesi olarak görünüyor Marx’a kadar.

“[Y]eni mitoloji modern hissetmenin[/duyusallığın] (sensibility) reflektif öznelliğini içerecektir.” Bu ne demektir? Kendini kadim olandan başka bir dünyada bulursun; bu bir günde de olur, aylar, hatta on yıllar da sürebilir. Bu yeni ve alışık olmadığın dünyada yeni hisler, coşkunluklar, tutkular, saplantılar ya da yönelimler mümkündür. İşte buna ilişkin kendi içine bir yansımadan, öznelliğinin onlara eşlik etmesinden ve eşlik edeni yani kendini düşünmekten bahsediyor Schlegel. “Bu nedenle eskinin aksine, ‘ruhun en derin noktasından şekil vermelidir; tüm sanat eserlerinin en üst ustalıklısı olmalıdır; çünkü başkalarını da kuşatmalıdır; şiirin kadim, ebedi kaynağı ve hatta diğer tüm şiirlerin tohumlarını saklayan sonsuz şiir için yeni bir zemin ve damar…’” Bu bizi tarih felsefesinin ana konularından birine, şimdi-geçmiş ilişkisine götürür.

Schiller de, bir eserinde, “doğal nesneler, bir zamanlar zevk aldığımız ve rasyonel varlıklar olarak kaybettiğimizi hissettiğimiz bir uyum ve birlik sergiler. Melankoli ile katışık/karışmış hazzımız, “onların [daha önce] biz ne idiysek o olduklarını; onların bir kez daha olmamız gereken şey” olduğuna işaret eder. Ortaya çıkan duygulanma (emotion) yücedir, çünkü kaybedilen birliğe duyulan özlemin acısını “onlarda olmayan bir avantaj”a sahip olmanın hazzıyla katıştırır: Onların doğaları belirlenir/[belirlenime tabidir], oysa insanlar kendileri-belirler/öz-belirleme yaparlar.

Meselenin doğal olandan tarihsel olana geçişinde bu yüce karşılığı, doğayla ilgili deneyimlerimizle sınırlı değildir, insanlarla olan etkileşimlerimizden de kaynaklanabilir. “Başka bir insanın davranışına verdiğimiz tepki, kaybettiğimiz şeye duyduğumuz melankoli ile üstünlüğün/büyüklüğün (superiority) verdiği hazzı birleştirdiğinde, o kişiye saf/naif (naive) deriz.” Bu naiflikle Marx’ın Yahudi Sorunu’ndaki tür-varlığı olarak insana (onun hakkına) yapmış olduğu vurguyu ilişkilendiriyorum –her ne kadar meseleyi o, 1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları’nda daha öte işlese de. “Yoksul bir yabancıya babasının cüzdanını vererek karşılık veren bir çocuk, onun temel iyiliğine hem bizi gülümsetiyor hem de yitirdiğimiz masumiyetimizden utandırıyor.” Bu bizi, Aydınlanma’nın tarihe bakışındaki “Altın Çağ” düşüncesiyle, oradan geldiğimiz ve oraya döneceğimiz fikriyle birlikte düşündürür. Bir ezel-ebed olmak, bir döngüsellik hâkimdir, ki kırılma Hegel ve Marx’la olacaktır. Schiller’de görülen naiflik ve doğrudanlık, Hegel ve Marx’ta dolayım, ilişki ve olumsuzlama yoluyla tarihe taşınacaktır. (devam edecek)