Seçilmiş millet, dışlanmış halklar
İktidarın temsilcisi, hem kendi hem de destekçileri tarafından anlattığı hikâyeyle kendisine yeni bir millet yaratıyor. Anlatılan hikâyeyle yaratılan yeni milletin içine dahil olmaması gereken unsurlar, itinayla dışarı atılıyor. Sığınmacı karşıtlığına karşı, iktidar destekçisi gazetecilerin hazırladığı Arapça destek videosunu da bu çerçeve içinden değerlendirmeli.
Tezcan Durna - Doç. Dr., Akademisyen
Mayıs 2023’te yapılan seçimlerden sonra AKP, yıllardır süren iktidarını tahkim ederek yeni bir yola girdi. Girilen yolun gideceği yer çoktandır tahmin ediliyordu ancak, bu tahkimat gidilecek yere dair daha net ipuçları görmemize yol açtı. Uzun zamandır devam eden ve halkı derin bir yoksulluğa mahkûm eden ekonomi politikalarından tutun da, göçmen ve sığınmacılarla ilgili tavrına, Milli Eğitimle ilgili alınan kararlardan tutun da Diyanet’in giderek pek çok bakanlıktan daha etkili bir kurum olarak ülkenin kaderinde ve toplumun kültürel ve moral ufkunda rol oynamaya başlamasına, hem umutsuzluk hem de yoksullaşmadan dolayı ülkenin kalifiye orta sınıfının ülkeden umudunu keserek göç yollarına düşmesinden tutun da doğa ve çevre talanına kadar pek çok uygulama gidilen yolun işaretleri olarak okunmalı. Giderek artan sığınmacı düşmanlığı karşısında iktidarın takındığı sığınmacıları kayıran tavrını da kuşkusuz insan haklarına duyarlılık çerçevesinde bir tavır olarak değerlendirmek mümkün değil.
Bu tavrı da bütün diğer gelişmelerden bağımsız düşünemeyiz. İktidar uyguladığı göçmen politikası ya da daha doğrusu politikasızlığı ile bir taşla pek çok kuş vuruyor gibi görünüyor. İktidar, modern Cumhuriyetin anlattığı hikâyeye alternatif bir hikâye anlatıyor uzun zamandır. Anlatılan hikâye yalnız hepimizin hikâyesi değil. İktidarın temsilcisi, hem kendi hem de destekçileri tarafından anlattığı hikâyeyle kendisine yeni bir millet yaratıyor. Anlatılan hikâyeyle yaratılan yeni milletin içine dâhil olmaması gereken unsurlar, itinayla dışarı atılıyor. Ülkenin kalifiye orta sınıfının büyük göçünü de, ülkeye dışarıdan gelen büyük sığınmacı göçünü de, uygulanan ekonomi politikalarının yarattığı büyük sefaleti de, eğitimden, kültür sanata kadar bütün üst yapı unsurlarının din cenderesi içine hapsedilmeye çalışılmasını da anlatılan bu hikâyenin bir parçası olarak okumak gerekir. Sığınmacı karşıtlığına karşı, iktidar destekçisi gazetecilerin hazırladığı Arapça destek videosunu da bu çerçeve içinden değerlendirmeli.
Her muktedir kendi milletini yaratmak ister. Millet elbette sözün gelişi. Millet her ne kadar modern bir kavram ve göndergesi hayali (imagined) olsa da, en nihayetinde bu hayaletin yarattığı sonuçlar tek tek bireylerin yaşamlarını yakıcı şekilde belirler. Adına millet, halk, topluluk ya da cemaat deseniz de fark etmez, yaratılan her hayali topluluk mutlaka bir toplama çıkarma işleminin sonucudur. Toplayanlar da çıkaranlar da hegemonyaya boyun eğmiş, güce eklemlenmiş, güçsüzlüğünü kabul etmiş ama güçlünün gücünden aşılanmış bizatihi topluluğun üyeleridir. Üyelerin arasından çıkan eşitlerden bir tanesi kendini muktedir ilan ettiği anda, bütün güçsüzler onun etrafında kümelenerek güçlenir ve güçsüzlüğünü bu şekilde kapatır. Aslında hegemonya denilen şey güçsüzlüğün kabulünden devşirilen güçtür. Mutlak güce sahip olduğu vehmiyle hareket eden de, güçsüzlüğünü kabul eden de, güçsüzü güçlü zannedip ona güçsüzlüğüyle güç katan da hegemonyanın bir parçasıdır ve bu oyun aralarından birisi çıkıp geri kalanların tümüne boyun eğdirene kadar devam eder. Bu boyun eğdirme işinin uygulanmasında topluluğun gelmişi, geçmişi ve şimdisi üzerine anlatılan hikâyeler, uydurulan tevatürler, topluluğun gurur ve onuruna dair kurulan anlamlar önemli işlevler görür. Uydurulan her hikâye de aynı zamanda toplama ve çıkarma işleminin bir parçasıdır. Her hikâyeye dâhil edilen unsur, her hikâyenin kahramanları ve anti kahramanları hikâyenin işlevine dair hepimize önemli ipuçları sunar. Hikâyeler değişir, kahramanların ve hikâyenin işlevleri değişmez. Klişeler topluluğu ayakta tutan anlam sütunlarını oluşturur. Sütunu ne kadar sağlam tutarsanız, topluluğun o kadar yekpare duracağına dair inancı sağlamlaşır muktedirin. İşte bu yüzdendir bütün muktedirlerin derinlikli toplumsal analizlere yaslanmak yerine sıradan, dümdüz, yapyalın ve bayağı klişelere bel bağlaması. Çünkü güçsüzün dilini bağlamak ve güçsüz ama güce yaslanmaya teşne olanların da dilini boğmak bu klişeler sayesinde olur. Anlatılan bütün hikâyeler, muktedirin o sığ, irrasyonel, hamaset dolu diline bütün güçsüzleri bir yandan mecbur bırakır, diğer yandan paradoksal biçimde meftun eder. İşte bu yüzden, hikâyelerin irrasyonellik dozu arttıkça muktedirin gücü tahkim olur.
Roger Smith Stories of Peoplehood başlıklı ikonik çalışmasında geçmişten günümüze ortaya çıkan bütün toplulukların yaratılmasında hikâyelerin neden ve nasıl önemli olduğunu anlatır. Amerika’dan tutun da Çin’e kadar oluşan milli kimliğin tesis edilmesi sürecinin aslında pek çok farklı halk topluluğundan birisinin öne çıkarak hikâyesini baskın-hegemonik olarak kabul ettirmesiyle mümkün olduğunu dile getirir. Kuşkusuz topluluklar canlı organizmalar ve hikâyeler anlatılmaya devam eder. Her anlatılan hikâye yeni bir topluluk etosuna can verir. Smith’e göre “bir grubun siyasi açıdan en önemli özelliği, ister çok ister az sayıda olsun savunucularının diğer birlikteliklere göre önceliğini iddia etme derecesidir. Herhangi bir grubun lideri tahayyül ettiği topluluğa onu temsil ettiği iddiasıyla onun adına bir hikâye uydurur. Bu hikâyenin en önemli işlevi, ortaya çıkarılan “siyasi halklığın” mümkün olduğunca güçlü olmasıdır. Bu tür liderler, adına konuştuklarını iddia ettikleri kilisenin, grubun, topluluğun, cinsiyetin, derneğin, sınıfın ya da "halkın", neredeyse tüm rakiplerle çatışma durumunda kendisine ait olan herkesin bağlılığını hak ettiğini iddia ettiklerinde, burada tanımlandığı şekliyle siyasi halklığın "güçlü" bir versiyonunu ilan etmiş olurlar. (22-23) Ne var ki modern halklık anlatılarının içinde Smith’in tasnif ettiği güçlü, orta ve zayıf halklık hikâyelerinden güçlü olanı dinsel dogmalardan en çok arındırılabilmiş hikâye olmuştur. Ancak bu anlatının tümüyle dini jargondan arındırılmış olduğunu iddia etmek elbette mümkün değildir. Böyle bir iddia günümüzde yeniden özellikle belli coğrafyalarda yaygınlaşan dini fundamentalizmi açıklamakta güçlük çeker. Ancak modern çağın başlarındaki dini dogmaların işlevi ile günümüzdeki siyaseti masseden dinsel dogmaları birbirine karıştırmamak gerekir.
AKP iktidarı döneminde de Cumhuriyetin kurduğu modern toplumsal birliğe uygun hikâye yer yer haklı eleştirilerle yer yer de mantıksal safsatalarla sulandırılıp işlevsizleştirilmeye başladı. Bu hikâye işlevsizleştirilirken kuşkusuz yeni hikâyeler uydurmak gerekti. Uydurulan her hikâye gibi AKP döneminin tahayyül edilen yeni toplumun etosuna uygun uydurmalar devreye sokuldu. Anmalara konu olacak yeni yeni tarihsel uğraklar uyduruldu, yeni kahramanlık anekdotları icat edildi, eskinin “hain”lerinden yeni “kahramanlar” yaratıldı. Yeni hikâyeye dâhil edilen her unsur mevcut toplumsal tahayyülün ufkunu daralttı ve yeni toplumsal kutuplaşmalar yarattı. Böylece bir makbul bir de makbul olmayan olmak üzere ikili bir millet sistemine geçildi.
Makbul olarak öne çıkarılan bu yeni yaratılan milletin anlatısı gerçekten bir tuhaf. Dinsel desen dinsel değil, dogmatik desen hiç değil. Öte dünya vaat eden bir anlatı desen değil, gayet de bu dünyaya sıkı sıkıya bağlı bir anlatı. Misal adam öyle bir haykırıyor ki, “cennette biz de şarap içeceğiz, vallahi de içeceğiz billahi de içeceğiz” diyerek, haykırışın öte dünyaya ait olduğunu kimse iddia edemez. İçeride biriken hınç, heves, nefret, kin, aşk, tutku, iman hepsi birden çuşa gelip tek bir noktadan fışkırıveriyor. Buradaki anlatının tam da dinsel ve öbür dünyaya ait olmaması, yani gayet bu dünyaya ait olması tarif edilen cennete bu dünyada kavuşmuş olmanın verdiği özgüvenden kaynaklanıyor belki de. Paradoksal biçimde, öbür dünya diye tarif edilen şey, tam da bu dünyanın nimetlerine duyulan arzunun sınırsızlığı ve bitimsizliğinde gizlidir.
Nurdan Gürbilek seksenli yılların kültürel iklimini tarif ederken, mağdurun bitimsiz ama doyurulamayan arzularının sirayet ettiği dilinin billurlaştığı şarkılardan birisi olan “Ben de isterem”i örnek veriyordu. Şarkının sözleri hem ezilmişliği, hem hoyratlığı, hem de arzunun tekinsizliğini dile getiriyordu: “Ahmet’in Mehmet’in sevgilisi var-Benim kollarım neden bomboş kaldılar-Onlara sevdanın çiçekli dalları-Bana da sevdanın dikenli yolları, Ey ben anlamam anlamam-Ahmet, Mehmet dinlemem, Ben de isterem elma gibi yanaklardan-Ben de isterem kiraz dudaklardan-Yetim miyem öksüz miyem-Yetim miyem öksüz miyem”. Bu kültürel iklimin yarattığı kültürel hegemonya, karşımıza yeni bir halklık hikâyesi çıkarmaya başladı AKP iktidarının son yıllarında. Aslında hikâye anlatılmaya başlayalı çok olmuştu. Ama her hikâye, anlatıla anlatıla hakikate dönüşür ve etrafında kolektif bir irade örer yıllar içinde. Hikayenin yarattığı kolektif irade, modern Cumhuriyetin yarattığı ve içindeki bütün heretik ve heterojen halk unsurlarının hikayelerini tikel, irrasyonel ve marjinal ilan ederek homojenleştirdiği Müslüman-Türklük anlatısını yerinden etmeye başladı.
Aslında Cumhuriyet projesi de modern yurttaşlık çerçevesinde hikâye içine kim ya da kimlerin aktör olarak dâhil edileceğine karar verme projesiydi. Bu proje, her ne kadar anayasal eşit yurttaşlık fikrine dayansa da makbul olan yurttaş Türk ve Müslüman olmakla öne çıkıyordu. Yani anlatılan hikâyenin makbul aktörlerinin biraz daha eşit unsurları Türk ve Müslümanlardan oluşuyordu. Yıllar içinde yaşanan ve komünistleri, gayri Müslimleri, işçileri ve bunların örgütlenmelerini dışarıda bırakan hikâyede baskın olan unsur Türk ve Müslüman oldu. Nüfus Mübadelesinden tutun da Varlık Vergisi uygulamasına, 6-7 Eylül Pogromundan tutun da 68 kuşağı devrimcilerin idamlar ve baskılarla yıldırılmasına kadar işletilen bütün dışarı atma stratejileri makbul yurttaşı tanımlayan prosedürler olarak işlev gördü.
Müslümanlığın ağır basmaya başladığı hikâyenin AKP döneminin son devrinde Türklük tekrar devreye girdi. Ancak bu dönemde devreye giren Türklük modern Cumhuriyetin tarif ettiği ve kurucusunun dile getirdiği “Türk milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir” tanımlamasına pek uymuyordu. Burada karşılaştığımız ve Türkü tanımlayan zekâ, hukuku askıya alan ve kolektif kurtuluşu değil de bireysel yırtmayı öne çıkaran bir kurnazlık şeklinde tezahür etmeye başladı ve bu mutlak ve yaygın bir lümpenleşmeyi beraberinde getirdi. Lümpenleşmenin yarattığı bir zamanların Flash TV reality Show canlandırma hikâyelerine benzer anlatı, giderek daha fazla kabul görmeye başladı. Bu anlatının yapısındaki eğretilik, karakterlerin performanslarındaki belirgin amatörlük anlatıya asıl ruhunu vermeye ve incelikli anlatıların yerini almaya başladı.
Ne var ki Cumhuriyet döneminin yarattığı rasyonalite dozu yüksek, diğerkâmlık derecesi yoğun, deontolojik ölçüsü ihtiyatlı, ama yine de dişiyle tırnağıyla elde ettiği liyakatin yarattığı imtiyaza hak ettiği gibi sahip olamadığını düşünmeye başlayan kentli orta sınıf, giderek yeni yaratılan hikâyeye yabancılaştı. Kendisine ait olmayan, dahası kendisini tamamen dışına atan bu hikâyeden bu defa kendi iradesiyle geri çekildi. Yıllarca, milliyetçi-mukaddesatçıların laik, solcu, modern kentli orta sınıflar için söylediği “ya sev ya terk et, komünistler Moskova’ya” gibi sloganlar, doksanlı yılların geçici ve uçucu sözde irticayla mücadele ikliminde “mürteciler, Arabistan’a” sloganına dönüşmüştü. Her tür muktedir adayı, ya da hikâye anlatıcısı, kendinden olmayana hep adres gösterdi. Bu gösterilen adresler aynı zamanda mutlak ötekinin, ebedi düşmanın meskûn mahalleriydi. Buralara gönderilme arzusundaki kişi ya da kitleler de haliyle düşman ilan ediliyordu, edildi. Liyakatli doktorlara adres gösterildi, yerlerine yeni yetme stajyerler ikame edildi. Yeni hikâyenin fasetlerini eleştiren akademisyenler KHK’larla hikâyenin dışına atıldı, makbul ve yeni hikâyeye yeni anlamlar ve karakterler uyduran entelektüeller icat edildi. İcat edilen entelektüeller, muktedir düğmeye bastığı anda yeni hikâyeler ve yeni hikâyelere yeni karakterler yaratmaya girişirler. Her girişim başarılı olmak zorunda değildir. Artık önemli olan girişimin kendisidir. Zira hikâyenin inandırıcılığının hiçbir önemi yoktur. Artık yeni yaratılan milletin Türklükle, Müslümanlıkla pek bir alakası kalmamıştır. Yeni yaratılan millet lümpen milletidir, ülkenin adı da lümpenistandır. Lümpenistanın lümpenleri için hikâyenin incelikli, inandırıcı ve gerçeğe yaklaşmasının bir önemi yoktur. Aksine ne kadar hamaset varsa o kadar koşulsuz biat eden kitle vardır. Çünkü koşulsuz biat hakikate ihtiyaç duymaz, muktedirin söylediklerine her koşulda inanmayı gerektirir. Elbette öncelikle bu hakikat rejimini yıkmak gerekir.